3 Eylül 2012 Pazartesi

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

Sevdiğim bazı kitapların, hepsinin değil belki de sadece küçük bir bölümünün, ortak bir özelliği oluyor: Ana karakterin isminin bilinmemesi. Bu hem değişik bir samimiyet katıyor kitaba, hem de genelde birinci kişinin ağzından yazılmış oluyor dolayısıyla kolay okunuyor.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu da ana karakterin ismini bilmediğimiz kitaplardan ve sıcacık. Çok çok eski, çizik bir siyah beyaz filmi gibi. Konuşmalar saygılı ve eski Türkçe'nin o mesafeli hali. 

Ana karakterimiz 15 yaşında bir delikanlı, dizinden bir kemik hastalığı çekiyor ve senelerdir tedavi edilemiyor. Umutsuzca kendinden 4 yaş büyük  Nüzhet'e aşık. Nüzhet de az değil, o da ilgili bizim çocuğa ama evlilik meseleleri var başında. Dil o kadar güzel ki, o kadar naif anlatmış ki yazar 15 yaşındaki bir gencin, hastalığına, aşkına ve hayatına bakışını. Çok sevdim.

Dil eski Türkçe kelimelerle bezenmiş söylediğim gibi ama kitabın arkasında bir kaç sayfalık sözlük var bana epeyce yardımcı oldu. Hele bir cümle vardı ki neredeyse kelimelerin hiçbirini bilmiyordum. Okuyun, okutturun.

" Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum."

"...Benim mücerret nazariyelerime karşı muarızlarımın müptezel teşbihler ve müşahhas delillerle müdafaa ettikleri tez, bu cahil efkar-ı umumiyeyi aldatabilirdi"  Bahsettiğim cümle buydu :)