30 Aralık 2011 Cuma

Son Hafriyat

Her Temas İz Bırakır'ın ardından nefes almadan devam ettim ikinci kitaba. Kesinlikle ilkinden daha güzeldi benim için. Çünkü Komiser Behzat kitap sonuna kadar konuşmuyordu, sessizlikle ilerliyordu tüm kitap. Bu sefer karakterlere daha hakimdim belki de ilk kitapta uzunca bi bölüm betimlemelerle geçerken burada hikayeye odaklanma söz konusu.

Kendine Red Kit diyen bir katilimiz var, cinayetlerini insanları gömerek işliyor. Psikolojik tedavi görürken bir yandan, öte yandan kendi bildiğini okuyor. Kitapta psikoloğun düşüncelerini anlatan bir bölüm var, her psikolog hastasının nedensiz bir sapkın olmasını ister çünkü eğer nedeni varsa bu bilimsel bir vaka olmaktan çıkar diye. 
Behzat Komiser'in kendi içinde aşmakta zorlandığı noktalar çok iyi aktarılmış, yine alkol sofraları çok cezbedici. Emrah Serbes gerçekten takdir edilesi. Aklındakini olanca doğallığıyla yazıya harika döküyor.

Son söylemek istediğim şey ise bu kitaplar kesinlikle polisiye başlığı adı altında sınıflandırılmaması gereken kitaplar, çünkü katilin kim olduğundan çok cinayet(ler)in sebepleri merak ediliyor. Kıymeti verilmeli.

"...İçinde Tekel biraları olan siyah poşeti Behzat Ç.'ye uzatıp, 'Al,' dedi 'Seversin. Siyah poşet kanser yapıyormuş ama sana bir bok yapamaz. Sen siyah poşeti kanser yaparsın.'...".

17 Aralık 2011 Cumartesi

Her Temas İz Bırakır

Evet ben de Behzat Ç. efsanesine kıyıdan köşeden girmiş bulunuyorum. Ama iyi ki bu kadar geç girmişim ve diziyi iyi ki hiç izlememişim. Çünkü her şeyden bu kadar bihaber olmasaydım kitabın sonundaki o temiz tokadı yiyemeyecektim. Behzat Komiser için kitabın arkasında da açık ve net bir tanımlama yapılmış aslında çok fazla bir şey söylemeye de gerek yok. Müzik yerine telsiz dinleyen bir adam. Cinayet masasında görüp geçirmediği yok ve her komiser gibi ailesi bölünmüş ve parçalanmış.
Polisiye bir roman olmasına rağmen Ahmet Ümit kitapları gibi katili bulmak için okunmuyor kitap. İçki masası sohbetleri, polis teşkilatının iç oyunları için çeviriyorsunuz sayfaları hızlı hızlı ki nitekim tokat da cinayetin çözülüşüyle değil bambaşka bir olayla patlıyor suratınızda. Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler'iyle başladık ve bunun hemen arkasından da Son Hafriyat'la devam edeceğiz. Arkasından da diziyi başlarız seyretmeye: Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi Season01Episode01. =)
"...Gecelik'i, mesleki gözlüklerini bir yana bırakarak, kim şüpheli, kim tehdit etmiş demeden okudu ilk defa. Ona da hak verdi, bu ne biçim dünya! En sevdiği cümle: 'Çocuğun ellerinden kaçan uçan balon, fotoğrafı çekilebilecek en hüzünlü an'..."

"Her aşk kendini yaşar
 Çaldığın kapı kapanır sonunda
 İçinde bir sen bulursun
 Büyümüş, anlamış, yorgun...
                         Ezginin Günlüğü, 'Küçüğüm'....."

9 Aralık 2011 Cuma

Mezarlarınıza Tüküreceğim

Oğullar ve Rencide Ruhlar'ı okurken içinde geçen bir cümleden yola çıkarak buldum bu kitabı. Oldukça ilginç de bir ismi var zaten. Aynı Bülbülü Öldürmek kitabında olduğu gibi aynı dönemlerde Amerika'daki ırkçılıktan yola çıkılarak yazılmış bir intikam romanı. Esas oğlanımız beyaz derili bir zenci ve kardeşinin başına gelenlerden sonra beyazlardan alınacak bir intikamın peşinde. 
İlk başlarda gününü gün eden, içen, kızlarla yatıp kalkan bir adam görürken aslında en baştan o intikam kokusunu alıyoruz. Kitap yazıldığı dönemde ahlaki değerler yüzünden yayından kaldırılmış erotizmi çok pornografik anlatıyor falan denilmiş. O dönem için denmiş olabilir tabi, gerçekten de öyle bir anlatım söz konusu.
Kitapla ilgili bir kaç yerde okuduğum yorumlarda, okuyamadan bırakanların olması gibi çok derinden etkilenenler de var. Aslında etkileyici ve dönemine göre gerçekten çığır açıcı bir kitap. Haddime değil belki ama takdir edilesi.
"...- 'Parfümünüzü değiştirmişsiniz Lou'
 - 'Evet. Hoşunuza gitmedi mi?'
 - 'Yoo çok hoş. Ama biliyorsunuz ki bu yapılmaz.'
 -'Nedir yapılmayan?'
 - 'Parfüm değiştirmek kurallara göre değil. Gerçek, şık bir hanım hep aynı parfümü sürer.'
 - 'Bunu da nereden çıkardınız?'
 - 'Herkes bilir. Bu eski bir Fransız kuralıdır.'
 - 'Biz Fransa'da değiliz.'
 - 'O halde, neden Fransız parfümü kullanıyorsunuz?'
 - 'En iyisi Fransız parfümüdür de ondan.'
 - 'Mutlaka. Ama bir kurala uydunuz mu hepsine uymanız gerekir.'..."

5 Aralık 2011 Pazartesi

Acemi Eğitimi


Çağdaş Türk yazarlarını yakındandan takip etmeye başladığımdan dolayı Can Kozanoğlu’na bir meraktır saldım tabi ki. Kitap tamamen bir anı kitabı, roman demek haksızlık olur.

Yazar içinden geldiği gibi çekinmeden hiçbir anlatım tarzı, üslup sıkıntısına girmeden anlatmış başından geçenleri (?). Hikayeler gerçek mi tam olarak bilmiyorum tabi, tepki vermeyeceğim bu kadar çok hikaye nasıl gelmiş başlarına diye çünkü insanların başlarına geliyor böyle şeyler gerçekten. O gazetelerde okuduğumuz haberler bir yerlerde birilerinin başına geliyor sonuçta. Adana’da başlayıp İstanbul’da devam eden bir hayat. Aile ilişkileri, ölümler, yaşamlar, trajikomik anılar... Güzel bir kitaptı ama hani aklımda pek bir şey kalmadı arkasından. Ya da beni çok etkilemedi. Sadece Şeref Dayı’nın öyle bir hikayesi var ki bir onu unutmam sanıyorum bu kitapta. Mutlaka alın okuyun diyemeyeceğim için kızmaz umarım sayın Kozanoğlu bana ama isteyen olursa kitabı okuması için seve seve ödünç verebilirim.

" Biz, küfürcü ve kavgacı üç kardeş, sık sık sarhoş olan babamız, haylaz ve seks düşkünü Kıvanç Abi, hayallerdeki evlat tipine hiç uymayan Arınç Abla, tüm saflığı içinde vukuatlar işleyen Muammer Enişte... Baba tarafına geçersek; halamı her fırsatta aldatan Yaşar Enişte, aldatılmayı pahalı hediyeler karşılığında affeden halam, ömrünün son gününe kadar gariban kızları taciz etmekten vazgeçmemiş dedemizin hâlâ taze olan anıları... Bunlar çevreye anlatılabilir şeylerdi, çevremizdeki insanlar da böyle yaşıyordu, herkes birbirini anlıyordu. Ama genelevde çalışan bir gelin... Çevremizde böyle bir şey yoktu..’Ah Şeref...ah Şeref....’"

20 Kasım 2011 Pazar

Şahane Hatalar


Eğlencelik, çerez, yarım saatlik bir kitap. Ben küçükken, okumayı ilk öğrendiğimde okurdum böyle oyunlu, sonu opsiyonlu kitaplar. Dili çok basit zaten pek bir eğlenceli tarafı yok. İki opsiyon seçerek iki kez okudum hep öldüm. Zaten hep ölünüyormuş. Yani öylesine okumuş oldum neyse.

18 Kasım 2011 Cuma

Erken Kaybedenler

Erken kaybedenler sahafta Emrah Serbes adını görüp aldığım bi kitaptı. Roman değil içinde küçük öykücükler var. Ergen erkeklerin hayatlarından kesintiler. İçindeki 8 öyküden beni en çok çeken ilk ve sonuncu öyküler oldu: Anneannemin Son Ölümü ve Kimi Sevsem Çıkmazı. Zannediyorum yazar da o hikayeleri özellikle ilk ve sonuncu olarak belirlemiş. Öyle okuduktan sonra hayatının anlamının bulunacağı, erkek milletinin davranışlarının çözüleceği bir kitap değil kesinlikle. Kitapta hikayelerini anlatan erkekler kimi zaman bizden kimi zaman bizden çok farklı. Yani benim çocukluğumda anneleri iki oyuncağından birini yanına almasını söylediğinde kararsız kalan çok arkadaşım vardı, yaşıtları kızların göğüslerini ellemek isteyenler de vardı tıpkı kitaptaki gibi ama bıçak ya da silah taşıyan ya da kitapta bahsi geçtiği kadar sigara içeni yoktu. Ama yazarın çocuklara kitapta bahşettiği zeka filizleri inanılmaz güzeldi. Öyle akıllıca ve güzel cümleler çıkıyordu ki ağızlarından çocuk saflıklarıyla enfes bir hale dönüşüyordu.
Bir de Oğullar ve Rencide Ruhların peşinden okumuş olmam da hoş oldu. O erkek çocuk felsefesinden çıkmadan güzel gitti bu kitap üstüne. Alper Kamu biraz daha büyümüştü bu kitapta o kadar. Tavsiye ederim incecik bir kitap zaten, o tatlı çocukların hem cin hem çocuk zekalarıyla yaşadıkları şeyler çok tatlı...

"...hadi lan oradan sayın başkanım..."
" ... ama yapamadım. neden? çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşıyacak bir şey kalmadı. büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim... "
“...ayrıca imkan olsa terör örgütlerine veririm oyumu çünkü bu devletin yıkılmasını istiyorum, çünkü annem babam öldüğü zaman hiçbir şey yapmadı bu devlet, ayrıca yasemin düşünmek için süre istediği zaman hiçbir devlet büyüğünün araya girip işleri yoluna koymak için çaba sarf ettiğini de görmedim. hep boş vaatler; yaralar sarılmadı...”
"... şu hayatta başın sıkıştığı zaman ilk kimi ararsın, seni karşılıksız seven insan kimdir, ne bok yersen ye seni bağrına basacak insan kimdir ? Eğer böyle biri varsa bu akşam onu ara, halini hatrını sor bu vesileyle, yoksa sen de benim gibi yapayalnız kaldığında ufacık bir şeyi danışmak için bile arayacak kimseyi bulamazsın... İstersen yine araşalım, daha 64 dk. bedava konuşma hakkım var çünkü..."

15 Kasım 2011 Salı

Oğullar ve Rencide Ruhlar

Öncelikle Alper Canıgüz'e bir kere daha yıldızlı pekiyi verdiğimi söyleyerek başlamak istiyorum. Tatlı Rüyalar'dan sonraki beklentimi bir hayli karşıladığını söyleyebilirim. 
Hikayemizin kahramanı Alper Kamu (ki bir yerden çağrışım yapıyor okur okumaz) 5 yaşında yaşıtlarından bir hayli farklı bir çocuk. Adeta 5 yaşındaki bedene sıkışıp kalmış koca bir adam. E haliyle çocuk saflığından uzak kahramanımızın başına gelen şeylerin de kendisi gibi tuhaf olması çok normal. Zira kendisi devlet işlerinden, bürokrasiden, rüşvetten, alkolden, kadınlardan, felsefeden her şeyden haberdar. Zaten tanık olduğu cinayeti de aslında bu zekasıyla çözüyor ufaklık herkesi parmağında oynatabiliyor. Kısacası tam bir küçük şeytan.
Kurulan cümleler; birçok şeye iğnelemeler, hayatta her zaman herkesin başına gelebilecek şeylere değişik yorumlar içeriyor. Devamlı yüzde bir gülümsemeyle okunan kitaplardan. 
Hikayenin en güzel bölümü ise kuşkusuz Tatlı Rüyalar'da da karşılaştığımız metafiziksel bir "böyle uyurdu zerdüşt" bölümü. Öztürk'le yapılan diyaloglar ve bir insanın bedenine giriş hikayesi inanılmaz bir betimleme. Zaten kitabın bu bölümüyle ilgili olarak Alper Canıgüz "kitabımdaki 'böyle uyurdu zerdüşt' bölümünün gereksiz olduğunu söyleyenler oldu, diyorum ki ben, bu kitap o bölüm için yazıldı"  demiş. Çok da iyi demiş.
Ha bir de kitabın sonundaki mektup var ki başlı başına sayfalarca yorum yazılacak cinsten. Çocuk saflığı aslında o son sayfada gizli.

"...Zaman bir su gibi akıp gidiyordu. Yüksele filmleri vereli bir hafta, kadınların kıçından işemediğini öğreneli iki yıl olmuştu..."
"...'Buruk bir çocukluk geçirdim Öztürk' dedim, sümüklerimi çekerek. 'Ben devrik cümle bile kuramazdım. Kuramazdım , çünkü korkardım. Sorumluluklarım vardı. Akranlarım bozuk bir Türkçe'yle gül gibi anlaşırken, bütün o gramer kurallarının anasını ağlatarak bildirişirken, giriş gelişme sonuç kavramlarından bihaber, rasgele bölünmüş paragraflarla kompozisyon yazarken, ben... Ben kendime ihanet eder cümlenin öğelerine sadık kalırdım'..."
"...Seni seven arkadaşın, Hakan Tiryaki..."

5 Kasım 2011 Cumartesi

Deniz Katedrali

Barselona sokaklarında nefes nefese geçen bir hikaye daha. İspanya iç savaşı sırasında yaşananlar, kıtlık, emek, aşk her şey vardı bu kitapta. Hikaye zaten baş kahramanın anne ve babasından başlıyor, daha sonra doğumu ve devamını okuyoruz. 
Estanyol ailesinin kaderinin bir derebey tarafından zifaf gecesi çizilmesiyle başlayan hikayenin çizgisi o kadar farklı yerlere saparak ilerliyor ki tam tamına 751 sayfa olan külçe gibi bir kitabın nasıl bir anda bitiverdiği anlaşılmıyor. 
Hikaye; Arnau Estanyol'un doğuşu, Barselonaya gelip vatandaşlık kazanması, aşık olması, Santa Maria del Mar katedrali için çalışması, zengin olması ve yine aşık olması sırasıyla devam ediyor. Betimlemeler süper. Her ne kadar kitabın bir yerinde "hatırlar mısın bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı" durumuna bağlayıp beni güldürse de çok beğendim. 
Yine Barselona sokaklarını kitapla birlikte tek tek gezdim, gidip yerinde gördüğüm Santa Maria del Mar katedralini adeta ben baştan inşa ettim. Avrupa tarihiyle ve Engizisyonla ilgili ayrıntılı bilgiye sahip oldum ve ve ve tabiki o enfes hispanik isimlerin hepsine yine ve yeniden hayran oldum. Barselonaya yeniden yolum düşerse bu katedrali bu sefer bambaşka bir gözle ziyaret edeceğim.

"...Katalonya teşrifatçısı Don Pedro, donanma amirali ve din adamı Pere de Montcada, Pedro de Eixérica ve Blasco de Alago; Gonzalo Diez de Arenos ve Felipe de Castre, Peder Joan de Arborea, Alfonso de Loria, Galvany de Anglesola, Arcadic de Mur, Arnau d'Erill, Peder Gonzalvo Garcia, Joan Ximenez de Urrea ve orduları, çalışanları ile savaşa katılmaya hazır daha bir çok soylu ve şövalye..."

15 Ekim 2011 Cumartesi

Efrasiyab'ın Hikayeleri

Bitip tükenmesin diye belli aralıklarla okuduğum İhsan Oktay Anar kitaplarından üçüncüsü Efrasiyab'ın Hikayeleri, ilk ikisinden biraz farklı. Anlatım, dil, aktarılanlar yine aynı şekil ancak tam bir roman değil. Ben İhsan Oktay Anar'ın kopup kopup tekrar bağlanan romanlarından sonra bu tarza yabancı kaldım biraz doğrusu.
Ölüm'ün, Cezzar Dede'nin ve bunun ötesinde arka planda işleyen yine  "Uzun İhsan Efendi"nin hikayesi. İsmi okur okumaz güldüm ve daha sonraki kitaplarda da bu isimle karşılaşacağıma emin oldum artık.
Cezzar Dede'nin canını almaya gelen Ölüm'ün, Cezzar Dedeyle sürdürdüğü hikaye anlatma oyunu ve oyunun içindeki gülümseten hikayeler. Sırf kurulan cümlelerin enfesliği için bile okumaya değer.

"...Anlaşıldığı kadarıyla bu sokakta bir düğün vardı. Davullar dangırdayıp zurnalar zırıldarken çalparalar çarpılıp dümbelekler debiliyor, tamburaların tarrakası şeşhanelerin şamatasıyla, yongarların yaygarası darbukaların dağdağasıyla yarışarak, düğün ve derneği ahenge boğuyordu..."

29 Eylül 2011 Perşembe

Brazzaville Kumsalı

Hiçbir beklentim ve bilgim olmadan okuduğum ender kitaplardandı Brazzaville Kumsalı ve beni inanılmaz derecede mutlu ve tatmin eden bir kitap oldu. Önce kendimden ve çevremden kesitler buldum hikayesinde, sonrasında ise akademik yaşam, matematik, uzaya değinmesine ve de  terimlerle hayatı birleştirmesine bayıldım. 

İngiliz Ekolojist Hope Clearwater'ın İngiltere'den  Afrika'ya uzanan hikayesini okuyoruz. Matematikle kafayı bozmuş biriyle evleniyor, sorunlar yaşıyor, çıkıp Afrika'ya gelip şempanzeleri inceliyor. Bilim de var, savaş da. Gerçekten alışık olmadığım türden bir kitaptı. Matematiği sevenlere özellikle tavsiye edeceğim bir kitaptır kendisi, çok beğendim.

"Kalkülüs'ün devamlı değişimleri inceleyen bir çalışma alanı olduğundan söz ediliyor...ama bana göre Kalkülüs'ün büyük bir kusuru var ki o da; dünyanın ve yaşamlarımızın bir başka ortak özelliği olan, ani değişimlerle başa çıkamaması. Kalkülüs süreklilik istiyor. Ani değişimler için kullanılan matematik terimi "kesinti". Ve burada Kalkülüs hiçbir işe yaramıyor."
"İnsanın, kendisi yeterince acı çektiği zaman, dünyanın kalan kısmının kendi yaşadıklarına ilgisiz kalışını kabullenmesi güç oluyor ve o yaşananların fark edilmemiş olması onu üzüyor."

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Tatlı Rüyalar

Afili Filintalar ekibinden Murat Menteş'i okuyunca devamı da gelecekti elbette. Sipariş usulü değil de kitabı rafta görüp kapmak suretiyle alındı. Alındığı gün okunmaya başlandı ve 24 saat içinde bitirildi. Çok kalın bir kitap değil zaten, başlayınca hikayeye kapılıyorsun ve bir bakıyorsun bitirvermiş. Yine yaratıcılık konuşturulmuş. 

Hikayenin çıkış noktası, o fikir gerçekten güzel. Yazarımız psikoloji mezunuymuş zaten, o yüzden fikri çok çok güzel hikayelendirmiş. Rüyalardan rüyalara geçişten bahsediliyor. Hikayeye ilk başladığınızda kim kim, hangisi hangisinin rüyası, kim hayal kim gerçek derken sonunda neyin nasıl olduğunu çok güzel aktarıyor. ,

Kitabın arka kapağını okumak hiç fikir vermiyor insana, ne kadar güzel. Bambaşka bir hikayeyle buluşturarak aslında çok da güzel bir süpriz yapılıyor okuyucuya. Yine cümleler tatlıydı su gibi akıp gidiyordu. Sevdik, Cangüz'den devam edeceğiz.

"Zeki Müren'in Zeki Müren rolünde olduğu filmlerde canlandırdığı karakterlerin gerçek Zeki Müren'le ilgisi ne kadarsa, bu kitapta sözü edilen kişi ve olayların gerçekle ilgisi o kadardır."

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Ölüm Pornosu

Ağustos ayı biraz verimsiz bir ay oldu ne yazık ki. İş değiştirme, tatil derken kitap aleminden uzak kalındı, hoş değil. Her neyse, Tıkanma'dan sonra okuduğum ikinci Palahniuk kitabı Ölüm Pornosu. Aslında sırada Görünmez Canavarlar, Gösteri Peygamberi falan vardı ama bu kitabın Türkiye piyasası biraz olaylı oldu. Kitap müstehcen bulundu, çevirmeni gözaltına alındı, kitap toplatılacak dendi e ben de sonra arar bulamam diye gidip aldım kitabı hemen. Koca Ağustos ayı boyunca okudum. Biraz bölük pörçük oldu ama çok da sürükleyecek bir kitap değil zaten. 

Bir porno yıldızımız var Cassie Wright. Jübilesini 600 erkekle yatarak yapmakta. Hikaye bir günden ibaret. 600 farklı erkeğin üç tanesinin ağzından dinliyoruz hikayeyi; Bay72, Bay137 ve Bay600, isimlerini kullanmıyoruz pek. Yıldızımızın kayıp bir çocuğu da var hikayede. Betimlemeler muhteşemdi. En ince ayrıntıya kadar öyle güzel vermiş ki yazar kokuları bile hissettim neredeyse. Okurken sonunda pek bir şey çıkmayacak galiba diye okurken, sonu şaşırttı beni doğrusu. Yine de son yorumum "eehhhh" olur, fazlası değil. Bu arada sansüre karşıyız. Kitap toplatılmasın, müstehcen diyenler okumasın!!!

28 Temmuz 2011 Perşembe

Dublörün Dilemması

Vay anasını demek istiyorum sayın seyirciler. Bu okuduğum kitap mıydı?? Yok sanırım film seyrettim de kitap okumuş süsü verdim kendime. Vayy arkadaş adam yazmış yani ne diyebilirim ki. Zekice tasarlanmış hikaye yazıya kusursuz dökülmüş. Cümleler özenle yazılmış, alıntılar harika aktarılmış. Tek kelimeyle müthişti. Hikayeyi dört ayrı ağızdan dinliyoruz bu nedenle bir ileri gidiyoruz bir geri geliyoruz aynı anda hikayenin bambaşka noktalarında olabiliyorken hopp yine başladığımız noktaya enfes bir şekilde geri dönebiliyoruz. Kitabın dili ve anlatımı bugüne kadar hiç rastlamadığım türdendi elimden bırakamadım kitabı. Hikayesinde de alışık olmadığımız noktalar vardı başkahramanımız bir albinoydu misal. Hikayede kekeme olan da vardı peltek konuşan da. Teknolojinin nimetleri de çok iyi oturtulmuş hikayeye açık bir nokta bulmak mümkün değil. Özetle bir başkasının kılığına giren esasoğlanımızın başına gelenler, hissettiği ruh hali ve sonunda yaşananlar anlatılıyor kitapta. Okuyup beğendiğim bazı kitapları tavsiye ederken acaba beğenmezler mi diye tereddüt ettiğim oluyor zaman zaman ama bu sefer öyle bir tereddüt yok. Bu kitap okunmalı beğenmeyen çıkmayacaktır, sanmıyorum. Kitapla ilgili sonuç olarak merak ettiğim tek şey yazarın siyasal görüşü ne acaba okurken aklımda nedense hep bu soru vardı. Kitapla ilgili fetva no:1: Murat Menteş araştırılacak!!! Son olarak ekleyeceğim yorum da kitabın arka kapağından apartma olacak: "Ben sevdim eller alsın." 
"İhtiyarların hepsi kambur. Bölünerek mi çoğalıyorlar ne?"

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Bizans'ta Üç İmparatoriçe:Theodora & İrini & Zoe

Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası'ndan sonra karar vermiştim Bizans tarihini okumaya. İmparatoriçelerin yönetimdeki önemini de öğrenince önemli üç imparatoriçenin bahsedildiği Derman Bayladı'nın kitabını tercih ettim. 

Öncelikle kitabın diline söylemek istediğim birkaç şey var, fazlalıkla gördüğüm yazım hatalarını bir kenara bırakırsak, bir Bizans hikayesinde çok fazla günümüz dili ve Türk atasözleri kullanılmıştı. Bu nedenle biraz yadırgadım ama hikayeler oldukça ilginç olduğu için gözardı edilebilir tabi ki. 

Gelelim imparatoriçelerimize. Sözkonusu üç imparatoriçeden sadece Zoe hükümdar soyundan geliyor ve aralarında da yine çocuk sahibi olmayan bir tek o. Theodora bir hayat kadınıyken güzelliği sayesinde imparatoriçe olurken, Rum kanı taşıyan İrini de yine saray'a soyun kırılması için gelin olarak getirtiliyor. Taht kavgaları ve acımasızlıklar inanılır gibi değil. Adalet denen kelimeden bahsetmem mümkün bile değil zaten. Kadınların bu kadar söz sahibi olması ne de güzel ne de hoş gibi düşünülse de devlet işlerinde çevirdikleri entrikalar hakikaten korkutucu. 

Saray hayatıyla ilgili bilgiler aldık Bizans için bir de uzun tarihini okumalı. Radi Dikici'nin kitabını alacağım ama aynı anda 5 tane Konstantin, 5 tane Konstantinos yetmezmiş gibi yine 5 tane Iustinus varken 5 tane de Iustinianus var. Gel de hikayeyi karıştırmadan oku. 

15 Temmuz 2011 Cuma

Açlık

Değişik bir psikoloji romanıydı. Ben çok bir hikayesi olduğunu düşünmeden okudum. Bir ruh hali betimlemesi denebilir bence. Ama açlık psikolojisini çok başarılı anlatmış kitap. Birinci tekil kişi ağzından yazılmış olmasına rağmen akıp giden bir kitap olamadı benim için. Yazdığı makalelerle geçinmeye çalışan bir gazete yazarının hikayesi. Yazılarının beğenilmesi ve beğenilmemesi aç kalma olasılığını direk etkiliyordu. Akıl sağlığının açlıktan nasıl etkilendiği çoko güzel ve açık yazılmış o anlamda çok başarılıydı benim için ama içine giremedim kitabın bir an önce bitse diye okudum yalan söyleyemeyeceğim.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Kitab-ül Hiyel

İhsan Oktay Anar'ın beş kitabından ikincisi. Aralıklarla okuyorum yazarın kitaplarını ki bitmesin. Daha önce Puslu Kıtalar Atlası'ndan İhsan Oktay Anar'ın diline alışıktım zaten. Bu kitabı da yine Puslu Kıtalar Atlası'nın bıraktığı tadı bıraktı bende. Ama bu sefer mühendis olan beni daha da eğlendirerek okuttu. 

Hiyel ilmi (ki hiyel mekanik demekmiş) ve hiyel ilmi üzerinde kafa yoran hiyelkarların hikayelerini anlatıyor. Yafes Çelebi, Kara Calud ve Üzeyir için nesilden nesile aktarılan ilim ve bu hiyelkarların baslarına gelenler anlatılıyor. Yine bir dönem kitabı, çizimler enfesssss ve hepsi bizzat İhsan Amca'nın kendisine aitmiş. Hayal gücüne hayran olmamak elde değil. Yapılan çizimlerin anlatılışına da az buçuk fizikten anlayan biri olarak hayran oldum diyebilirim. 

Yine bu kitapta da alakasız bi noktadan kopup gelip hikayeye baglanan ya da ana hikayeden kopup sora geri dönen küçük öykücükler vardı ve bu öykücükleri okuması takip etmesi çok keyifliydi. Ben kitaba ba-yıl-dım. Yine herkese tavsiye etmek yakalarına yapışıp zorla bu kitabı da okutmak istiyorum ama herkes sevmeyebilir bilemiyorum. Tavsiye etmek benden okuyup okumamak onlardan o zaman. Yazarın üçüncü kitabı olan Efrasiyab Hikayeleri de kitaplığımdaki yerini aldı, okunmayı bekliyor.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Aşk ve Gurur

Öncelikle şunu söyleyerek başlamak istiyorum bu baskıyı (Dionis Yayınları) çeviren her kimse ishal olur işallah da tuvalet bulamaz.  Eminim edebi değeri olan bu kitabı böyle rezil çevirmek için ekstra bir çaba sarfetmiştir. Gerçi bende de kabahat var kitap promosyon kitaptı yani ucuz basım ama yine de daha düzgün olabilirdi. Kitabı okumaya başladığım an itibariyle edindiğim ilk izlenim 1800lü yılların İngilteresinde genç kızların tek derdi evlenmekmiş. Saygınlık, prestij ve zenginlik ne kadar da önemliymiş. Aşk, sevmek, kalp çarpıntısı, midedeki kelebekler yalanmış diye düşündüm. Ama öyle ilerlemedi kitap. Mr. Bingley ve Mr. Darcy ilk olarak ukala olarak tanımlansa da kitapta daha sonra midedeki kelebeklerin gerçek olduğunu hissediyor insan. İnsanın kendine olan özsaygının ne kadar önemli olduğunu hissettim kitapta. Önyargı ve gurur iyi bir şey değil onu sokuyor gözümüze kitap ama yine de insanlara şıp diye güvenmemek gerektiğini de alttan alttan hissetiriyor. Her seferinde aşk romanı okumayacağım sevmiyorum diyorum ama yine de okuyorum işte. Bi daha okumam ama uzun süre. En sonunda gururlar yalanlar bitti de herkes mutlu oldu kitapta o iyi oldu.

15 Mayıs 2011 Pazar

Albaya Mektup Yok

Yavaştan Marquez ısınmalarına Benim Hüzünlü Orospularım ile başladığım bir diğer kitap da Albaya Mektup Yok 80 sayfalık incecik bir kitap. Tabiri caizse bir solukta okunuyor. Kısa, küçük, güzel ve sıcak bir öykü. Romanlardan aldığım tadı ve hazzı alamıyorum öykülerden ama bu öykünün samimiyeti hoşuma gitti. 

Her okuduğum hispanik kitaptan sonra olduğu gibi bunda da keşke Kolombiyalı Marquez'in elinden çıkan orijinal İspanyolca metni okuyabilecek seviyede olsaydı İspanyolcam diye dövündüm ama ne çare. Umudu kaybetmemenin ne demek olduğunu yer yer çaresizliğin bu şekilde üstesinden gelindiğini anlatıyor. Her cuma sabırla 15 yıldır beklediği mektubun geleceği umuduyla uyanan bir albayımız var. Marquez'in daha önceki kitabında olduğu gibi yine ana karakterlerimizin isimlerini bilmiyoruz, albay ve karısı olarak tanıyoruz onları. Gelmeyen mektupla ve "elinin körü" tabiriyle sonlanıyor kitap. Sevimliydi.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Mevlana - Aşk Beni Sende Öldürür

Mevlana, 2011 yılında hakkında en fazla kitap okunan kişilerdendi sanıyorum. Ben de Işıl'dan da adını duyduğum Okay Tiryakıoğlu'nu tercih ettim. Yazarın okuduğum ilk kitabıydı ve Mevlana hakkında gerçekten hiçbir şey bilmediğimden benim için yararlı bir kitap oldu. 

Sanıyorum ki Okay Tiryakioğlunun diğer kitapları daha romanvari. Bu biraz daha hikaye, alıntı gibiydi. Mevlana'nın babası Sultan-ül Ulema Baha Veled'den başlıyor hikaye, Mevlana'nın çocukluğunu da görüyoruz. Belh şehrinden Konya'ya gelişleri de anlatılıyor, Moğol saldırıları da. Benim gibi din ile çok yakın ilişkisi bulunmayan biri için ilginç bi kitaptı gerçekten.  

Aşk, dostluk, iyi insan olma çok güzel anlatılmış keşke herkes dini böyle anlasa tabi ama günlerce tutulan oruçlar, 15 gün sonunda yapılan iftarlar, buz gibi havalarda kılınan namazlar zor tabi. Kitabı beğendim tabiki, Mevlana - Şems ilişkisi çok ayrıntılı ve uzun anlatılmıyor, sadece o ilişkiyi anlatan kitaplar da var onlar da okunmalı. Hele sadece 2-3 sayfa bahsedilen Kimya Hatun'un bir hikayesi var ki, adına kitap da yazılmış, çok üzücü o kitabı da okumalı. Mevlana'nın o meşhur sözlerini hangi durumlarda söylediğini okumak eğlenceliydi. Şiirler, gazeller güzeldi. Hele Şerafeddin Lala ve Belh şehrindekilerin mektuplaşmaları durumları hakiki bi şekilde yazıya dökmeleri hoştu.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Kinyas ve Kayra

Hakan Günday'ın adını bir çok yerde sık sık duyar olmuştum. Kinyas ve Kayra da en ünlü romanı olarak anılıyordu. Merak edip siparişini verdim. Kalınca bir kitaptı ama okuması çok keyifliydi. Kitap hiç duymadığım şehir isimleriyle Afrika'da başlıyor. Afrika'nın o bilinmeyen yaşam tarzını anlatıyor. Adları gerçek olmayan Kinyas ve Kayra'nın hikayesi. Nihilist iki kişi, Türkiye'den 21 yaşında çekip giden hayatların, varolmanın, aidiyetin hiçbir şeyin öneminin olmadığını düşünerek yaşananlar. Afrika, Meksika, Türkiye üçgenindeki hikayeler. En sonunda ayrılan hayatları ve devamı. Cümlelerin her biri üzerinde saatlerce düşünülmüş olmalı. Kocaman kocaman laflar var. Her bir cümleye hayran olmamak elde değil. Uzun saçlı, bıyıklı bana birilerini hatırlatan Kayra ve yakışıklı janti cocuk Kinyas. Hayatları öyle başka yerlere savruluyor ki, Kayra'ya üzülmemek çok zor. Kayra zihinsel ölümü seçerek hayata veda ederken, Kinyas'ın HIV virüsü taşıyarak farkında olmadan kendini hayattan soyutlaması ve bunların okura aktarılışı güzel. Güzel kitaptı uzun zamandır merak ediyordum. Kurgu güzeldi anlatımın zıplayışı hoştu, kitabı iki ağızdan okumak ilginçti. Kısacası beğendim!!!
"Çok şey gördüm beni yüzüstü gömün."

20 Nisan 2011 Çarşamba

Belki Defne

İş yerinden arkadaşım Cuci'nin  Marquez kitabıyla beraber getirdiği bir kitaptı. Kitapsız kaldığım bir dönemde boş kalmamak için okudum. İki gün içinde bitirdim kitabı ama bunun sebebi çok mükemmel ve akıcı bir kitap olması değil. Okunmayacak bir kitap değil hatta güzel de bir kitap ama sanırım ben böyle kitapların insanı değilim. 30 yaşını aşmış insanların anlatıldığı, evlilikler, aldatmalar ve orta yaş dönemlerinin anlatıldığı bir kitap olduğu için sevemedim. İlerleyen yaşlarımda okusaydım belki daha çok hitap ederdi bana. 

Defne'nin kocasıyla yaşadığı kötü ilişkiden sonra yalnız yaşamaya başlaması bu sırada tanıştığı insanlarla yaşadığı anılar ve sonunda zorlandığı bir tecrübe. Kitapta yaşanan olayın benzeri bir zamanlar adını konusuyla duyuruan "Türev" filminde de vardı. İnsanlar gerçekten yakın arkadaşlarından değişik taleplerde bulunabiliyorlar. Oldukça ilginç. Ama tüm yaşananlardan sonra Defne eşine dönme kararı aldı. 

Kitap yaklaşık 300 sayfaydı ama neredeyse yarısı sadece ayrıntı ve betimlemeydi. Kitapta ana karakterlerden Sahir denen adam öyle güzel anlatılıyordu ki kitapta adama aşık oldum nerdeyse. Kitap aşırı bir şekilde rakı içme isteği uyandırdı bende bir de. Yaşı büyük eşit 30 olanlara tavsiye edebileceğim bir kitap olmaktan öteye gidemedi ama yine de.

16 Nisan 2011 Cumartesi

Benim Hüzünlü Orospularım

Bir gün içinde başlayıp bitirdiğim bir kitap oldu. Adını bilmediğimiz ihtiyar delikanlımızın 90. yaşgünü için kendine armağan olarak bakire bir kız istemesiyle başlıyor kitap ve bu yaşında ilk kez hissettiği aşk duygusunu anlatıyor. Vay anasını diyebileceğim bir kitap değildi ama beni biraz da olsa yaşlanma, o yaşta hayata bakma, daha önce yapabildiğin şeyleri artık yapabilme yetisine sahip olamama gibi şeyleri düşünmeye itti. Yazarın diger kitapları da yolda siparişler gelsin onları da okuyacağız.

12 Nisan 2011 Salı

Kürk Mantolu Madonna

Sabahattin Ali okumaya başlama gibi radikal bir karar aldıktan sonra aldığım bir kitap oldu kendisi. 160 sayfa olmasına rağmen 1 haftada bitirdim sebebini net olarak bilmiyor olmamla birlikte, sanırım Yapı Kredi Yayınları'nın önsözünde de bahsettiği gibi kitabın baskısında diline hiç dokunulmaması ve aynı 40'lı yıllarda yazıldığı şekliyle kalmış olmasıydı. Hatta öyle ki yer yer eski Türkçe kelimelerinin sayfa altında dipnot şeklinde açıklamaları vardı. Kitap iki bölüm halinde. İlk bölümde Raif Bey'i anlatan iş arkadasının ağzından çıkarken, ikinci bölüm Raif Bey'in kendisini, kendi ağzından yazdığı defterden okuyuşumuz şeklinde. Babası tarafından 24 yaşında Almanya'ya sabunculuk işini öğrenmeye giden Raif Bey ana karakterimiz ve Almanya'da büyük ama tarfisiz bir aşkla tutunduğu Maria Puder: Kürk Mantolu Madonna. Hüzünlü bir aşk hikayesi yazıldığı döneme ait güzel hikayelerden. Raif Bey'in hayatının devamı üzücü ama yaşadığı o deneyim O'na tüm hayatı boyunca yetmiş. Ne aşklar var diye düşünmüyor değil insan. Amma ve lakin kendimi kaptırarak bir solukta tekrar okumam gereken bir kitap, içine girip yaşayarak okumalı.

25 Mart 2011 Cuma

Puslu Kıtalar Atlası

Puslu Kıtalar Atlası İTÜ'de Türkçe derslerinde okutulurdu. Bazı hocalar bu kitabın okunmasını sınavda bu kitaptan sorumlu olunacağını söylerdi. Ben o hocalardan birine denk gelmemiştim. Genelde derslerde hocaların tavsiye ettiği kitaplar sıkıcı olur yani edebi olur okunması zor olur diye bu kitaba da bir önyargım vardı ama ne kadar da yanılmışım. Bu kitabı okumakta bu kadar geciktiğim için affetmeyeceğim kendimi. Hemşehrim İhsan Oktay Anar'la çok çok önceden tanışmak isterdim. 

Gelelim kitabı okurken hissettiklerime; başlar başlamaz yeniçeriler,  hem Arab'ı hem Uzun'u İhsanlar karşıladı bizi. İlk biraz korktum açıkçası tarihi roman okumaya alışkın olmadığımdan sanırım. Ama gel gelelim o güzel güzel ilerleyen hikayeler, birbirinden apayrı yerlerden kopup gelip birleşen enfes hikayeler ve hepsinin ana hikayeye bağlanışı öyle güzel bir tat bırakıyor ki insanın ağzında kitabı elinizden bırakmak istemiyorsunuz. Bambaşka bir hikayeye yogunlaşırken taaa kitabın basında bahsedilen bir şeyin o anda hikayeye yeniden bağlanışını hayretler içinde okuyorsunuz. 

Hem hikayenin anlatılışı, hem betimlemeler hem de kurgu adeta film gibiydi. Kitabın felsefe boyutu ise apayrı bir keyif verdi bana. Hele onu fizikle birleştirişi öğrenim hayatı boyunca en sevdiği dal fizik olan benim için anlatılamayacak bir keyifti. Zaman ve zamansızlık kavramları, çizimlerle desteklenerek harika anlatılmıştı.  Arap İhsan Efendiyle başlayan hikaye, Bünyaminle enfes sonlandı. Tekrar ve tekrar okunulası.

12 Mart 2011 Cumartesi

İstanbul Hatırası

Eveeettttt 600 sayfaya yakın olan kitabı çok kısa bir sürede yalayıp yuttum. Ahmet Ümit zaten akıcı yazıyor bunu biliyorduk da yine de bu kendisine ait okuduğum ilk kitaptı. Katili bulmaya çalışmanın verdiği heyecan da hızlı okutuyor kitabı o ayrı mevzu da benim okuduğum ilk Ahmet Ümit kitabında katilleri şıp diye buluvermem pek olmadı aslında. Ama ona rağmen kitabı çok sevdim. 7 ayrı mekan 7 ayrı cinayet ve her cinayetin İstanbul tarihiyle olan inanılmaz ilişkisi. Her bir cinayette İstanbul'a ait enfes hikayeler. Kitap sırf İstanbul'u çok iyi anlattığı için bile okunmalı bence. Roma, Bizans, Osmanlı hikayeleri o kadar merak uyandırdı ki bende İstanbul'un tarihiyle ilgili yeni kitaplar okunacak diye fetva verdim kendime. 7 cinayetin 4.sünü okuduğum zaman ufaktan hissettim katili, güzel güzel varsayımlarım da vardı ve aynen de öyle çıktı kitabın sonu. Çok daha katakullili kitapları varmış Ahmet Ümit'in yine başka bazı enfes bilgiler veriyormuş onları da okuyacağız elbet.

5 Mart 2011 Cumartesi

Komadaki Sevgilim

Bu kitap da arka kapağını okuyup aldığım kitaplardan. İdefix’te kelepir kitaplardaydı, arka kapak ve konusu da ilginç gelince alıp okuyayım dedim. Okuma sürecim boyunca beni “okuma” fikrinde uzaklaştıran bir kitap oldu. Kötü olduğundan değil de peşpeşe bir sürü sürükleyici ve akıcı kitap okuduktan sonra zor oldu ite kaka okuması açıkçası. Kitap 3 parça halinde; ilki Karen’in komaya girme süreci, daha sonra Karen komadayken yaşananlar ve son olarak da Karen’in uyanışından sonra gerçekleşenler. Aslında biraz modern zaman eleştirisi diyebiliriz kitaba. Kötü yaşanan hayatlar, zamanın hızla akması değişimin hızlı olması ve cok cabuk ayak uydurulması vs. 17 yıl uyuyan bir insanın uyandıgında o dünyaya bakışı  anlatılıyor. Beslendiği konu çok daha güzel hikayelendirilebilirdi. Daha yaratıcı olunabilir o psikoloji daha iyi öğrenilip daha iyi aktarılabilirdi belki. Değişik bi fikirden yola çıkılmış ama kitap bence olmamış. 

20 Şubat 2011 Pazar

Neva

 Bu kitabı ve yazarını protesto ediyor ve yorum yazmıyorum.

13 Şubat 2011 Pazar

Tıkanma

Yeraltı edebiyatından bir romandı. Fight Club’ın yazarı Palahniuk tarafından yazılmış, yine değişik kurgular, atlamalar, birleştirmeler sözkonusuydu. Victor, esas oğlumuz, bir seks bağımlısı ve kendisi gibi bağımlıların bulunduğu terapi seanslarına katılıyor, faydası oluyor mu tartışılır. Annesi hasta ve hastanede yatıyor, onun hastane masraflarını karşılamak için de türlü restoranlarda boğulma numarası yaparak kendini kurtaran insanlardan sahte kahramanlar oluşturarak onların yaptığı yardımlarla kendine bir gelir kapısı yaratıyor. Annesinin gizli hayatını yazmış olduğu İtalyanca günlükten öğrenmeye çalışıyor ama gerçekleri öğrenmesi bir hayli zaman alıyor. Aynı Fight Club’ta olduğu gibi, terapide tanıştığı arkadaşı Denny’nin eve mastürbasyon yapmadığı her bir gün için getirdiği taşlarla yaptıkları tapınakla toplum üzerinde bir etki bırakılıyor. İlginç bir kitaptı yalan değil. Kurgu karmaşık olduğu için dikkatli okumak gerekiyor ama garip bir zevk alınıyor kitaptan. Anlatılan konularla ilgili verilen örnekler benzetmeler güzel.

"Harika bir kitap, doğru tanım değil ama ilk akla geleni.”

26 Ocak 2011 Çarşamba

Bülbülü Öldürmek

Bu kitabın adını bir kaç yerde “mutlaka okunması gereken kitaplar” arasında okuyup merak edip almıştım. Sonradan öğrendim filmi de çekilmiş zamanında siyah-beyaz. Kitap iki bölümden oluşuyor ve küçük kızımızın, ki kendisi 8 yaşında, ağzından anatılıyor. 

İlk bölümde Scout’un ve Jem’in maceralarını dinliyorken ikinci kısımında Atticus’un avukatlığını üstlendiği bir zencinin davası konu ediliyor. 1930lu yılların Amerikası. Irkçılık almış yürümüş, zenciler kötü, pis, tü kaka şeklinde nitelendiriliyor. Durum böyleyken, Atticus’un çocuklarını yetiştirişi, onlara karşı olan tutumu, ırkçılığın kötü bir şey olduğunu ısrarla anlatması ve bizim tüm bunları 8 yaşındaki Scout’un ağzından dinleyişimiz çok başarılı. Beyaz bir gençkıza tecavüz suçunundan yargılanan Tom Robinson’un davası anlatılıyor. Sanık zenci olduğundan avukatlığını üstlenen Atticus büyük tepkilerle karşılaşıyor ve ırkçılık konusunda kafasında kesin yargı olan insanların ne derece sığ ve hoşgörüden uzak olduklarını gözümüze sokuyor. Üzücü olduğu kadar huzurlu da bir hikaye. Severek okudum.

 Arka bahçedeki tenekeleri vurmanızı yeğlerim ama kuşların peşine düşeceğinizi de biliyorum. İstediğiniz kadar karga vurun ama unutmayın: Bülbülü öldürmek günahtır. Bülbüller yalnızca müzik üretirler, bizi eğlendirmek için. Bahçeleri yağmalamazlar. Yalnızca şarkı söylerler. Hem de yürekleri paralanana dek. İşte o nedenle günahtır bülbülü öldürmek.”

13 Ocak 2011 Perşembe

39 Basamak

Sanıyorum 2009 yılıydı İş Sanat'tan yurt oda arkadaşım Duygu bize, Kenter Tiyatrosu'nun üç oyunu için kombine bilet almıştı. Sıra sıra hepsine gitmiştik. Ama 39 Basamak baya etkilemişti, beğenimizi kazanmıştı. Aradan iki yıl geçtikten sonra kitapyurdu.com'da gezerken gördüm tekrar, indirimde hatta kelepir ürünlerdeydi hemen alıp okumak istedim. Kitap, oyun uyarlamasından kısmen farklıydı. Zamanında Hitchcock (ki 1935 yılına denk geliyor) filme uyarlarken, kitapta öldürülen ajanımızı daha dikkat çekici olsun diye bayan olarak aktarmış, bizim seyrettiğimiz oyunda da böyleydi. Ancak kitapta ajanımız bir bey ve onun öldürülmesinin ardından Richard Hannay'ın İskoçya'nın muhtelif köşelerindeki maceralarını izlemeye başlıyor. Ajanın Hannay'a anlattığı sırrın ardından o sırrı çözmeye çalışan baş karakter, ortalarda dolaşan 39 basamak şifresinin ne olduğunu anlayarak maceranın sonuna geliyor. Kısacık bir kitaptı, sanırım basımından kaynaklanıyor. Oyununun üzerinden geçmesinin ardından kitabını okumak oldukça hoş oldu. Bi ara 1935 yapımı siyah-beyaz filmini izlemeli. Güzel bir İngiliz aksanı dinleme hevesim var.

11 Ocak 2011 Salı

Alaycı Kuş

Açlık Oyunları serisinin üçüncü ve son kitabı. İkinci kitap Ateşi Yakalamakla birlikte sipariş verip aldığım için kitaba başlamam hızlı oldu, diğer kitabın son sayfasını kapatıp hemen bunu açtım ve aynı heyecanla okumaya başladım. Kitaptaki esas kızımız Katniss Everdeen isyanın ve devrimin simgesi olan Alaycı Kuş olmayı kabul ediyor. İlk kitaptan beri süregelen yaratıcı ve zeki hayal gücü bu kitapta da son sürat devam ediyor. 2050'li yılları anlatan bilim kurgu filmlerinden farksız. Seri kitapların en büyük handikapıdır ilk kitapta yakaladığı başarıyı diğer kitaplarda sürdürememek ancak bu seride durum farklı. Suzanne Collins biriktirip bir çırpıda yazmış olmalı 3 kitap da birbiriyle çok tutarlı ilerliyor. Hatta serinin devam kitaplarında ilk kitaplara yapılan atıflar zekice. Hele birinci ve üçüncü kitapta bağlanan iz sürücü arıların hikayesi var ki oldukça başarılı. Capitole karşı savaş başlıyor. Tüm imkanlarıyla Capitol 13. mıntıkaya karşı savaşıyor. Savaş sırasında kayıp çok her iki tarafta da. Kitap başından sonuna dek film tadında ilerliyor, ölen her bir kişi için ayrı ayrı üzülüyorsunuz. Sonunda mutlu bitiyor hikaye, 3 kitap boyunca zaten dorukta olan heyecan için ayrıca çok çarpıcı bir sona ihtiyaç duymamış yazar ve insanı huzura erdiren sade temiz bir son yazmış. Seri kitaplara bir müddet ara verip bir başka seri kitap hikayesinde görüşmek dileğiyle.