21 Aralık 2012 Cuma

Siddhartha

Siddharta için kimi insan söyleyecek, anlatacak çok şey buluyor ama nedense benim için klişe bir kaç kitaptan öteye geçemedi. Okurken hissettiğim şeyler Işık Bahçeleri ve Simyacı’dan çok farklı değildi.

Siddharta’nın Brahmanlık’tan, Samanalık’a geçişi, sonra Gotama ile tanışması ve onun felsefesini öğrenişi ve son olarak arayışı bırakarak kendini ticarete atmasını okuyoruz.
Aslında güzel  bir eleştiri, dünyevi zevklerin gelip geçiciliği konusunda, ama sanırım ben daha derin bir Buddha felsefesi okuyacağımız zannetmiştim bu hayal kırıklığı ondan. 

Hermann Hesse’nin diğer kitaplarını da okuyacağım Bozkırkurdu ve Boncuk Oyununu belki daha sonrasında döner bir kez daha okurum Siddhartha’yı ama anlamlar arayan, düşüncelere dalan bir insan olmadığım için beni çok saracak bir kitap olamayacak.

Goodreads’te Gorfo adlı bir kullanıcı bu kitap için çok güzel bir yorum yapmış, paylaşmaktan kendimi alamadım “This is the kind of book that people say they like because they're too afraid to admit they don't understand its spiritual mumbo jumbo.”

29 Kasım 2012 Perşembe

Kurdu Öldürmek İçin

Gidip gezdiğim yerlerin tarihini hep merak ediyorum. Rus tarihi için de aldım bi kitap Arjantin için de Eva Peron, hepsi sırasıyla okunacak ama Küba için gitmeden hazırlık yapayım dedim. Tarihi değil aslında tam olarak, sadece 1950li yılların Kübasında gençlerin çırpınışları, yakarışları ve ölüşleri anlatılıyor.

Kitabı bulmak biraz zor oldu, Küba ilgili kitap ararken bir şekilde internetten adını duydum ve nadirkitap'tan bulabildim anca, sahaftan. Kitap 1997 basımı ve bir kişiye hediye olarak verilmiş o zaman ilk sayfasında Hamit Necmettin Yazıcı adına bir imza var. Eski kitap almayı okumayı bu yüzden çok seviyorum.

Kitabın kurgusu bir harika, dört farklı ağızdan çok farklı hikayeler anlatılarak başlıyor ve kurgu düğümlenip çözülüyor. Çok fazla bir şey söylemek istemiyorum kurgu ve konuyla ilgili ama beğendim, çok beğendim. Her devrim öncesi yaşananlar gibi onlar da iç burkan acı veren ama bu uğurda yaşanan şeyler.

Kübayı şimdi daha da bir merak ediyorum.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Yüksek Topuklar

Küçük erkek çocuğu hikayelerinden, kız çocuğu hikayelerine geçişim çok sert oldu aslında. Ama bu tam da bir küçük kız hikayesi değil, koca koca kadın hikayecikleri.

Herkesin bu kitap için yaptığı ilk yorumu ben de yapmak istiyorum. Bir karşıcinsin kadın dünyasını bu kadar iyi gözlemleyebilmesi ve duyguları birebir aktarabilmesi akıl alır şey değil, ama bu noktada Murathan Mungan'ı sorgulayacak değilim.

Nermin'in Tuğde ile 5 gününü okuyoruz 527 koca sayfa boyunca. Hİkayenin çeşidi çok da olsa ben kitabı biraz ite kaka okuduğumu söylemeliyim doğrusu. Betimlemeler uzun ve cümleler bir yerden sonra sonunu sizin tahmin edebileceğiniz şeyler. Yine de solcusundan, feministine, lezbiyeninden annesine tüm kadınları hap yapmış ve bizlere sunmuş sayın Mungan. Kitaba ismini veren yüksek topuklar'ın da kitapta kullanılış yerine bayıldım doğrusu.

Ben ileride anne olacaksam erkek çocuk annesi olmak istiyorum, neden erkek çocuğunu bu kadar istediğimi bilmemekle beraber kız çocuklarını işte tam da Tuğde gibileri yüzünden sevmiyorum.

"İçimi dökmek amacıyla, Tuğde'nin çeşitli marifetlerinden ve konuşmalarından söz ettiğim birkaç arkadaşımın, beni inançsız gözlerle dinledikten sonra, beş yaşında bir kızın bütün bunları asla yapamayacağı, söyleyemeyeceği yollu itirazlarına sinirlendiysem de fazla belli etmedim. Herkes kendi yaşam deneyimlerini gerçekliğin kendisi, diğerlerininkini kurmaca ürünü sandığı sürece, iletişim denen şey olanaksız olmaya devam edecekti."

18 Kasım 2012 Pazar

Aramızdaki En Kısa Mesafe

Barış Bıçakçı'nın okuduğum üçüncü kitabı ancak her üç kitabı da aynı kişinin yazmış olmasına inanmak bir hayli güç. Bizim Büyük Çaresizliğimiz ile zirvede başladığım Bıçakçı serisi, Sinek Isırıklarının Müellifi ile yere çakılırken, Aramızdaki En Kısa Mesafe ile yine yükselişe geçti.

Erkek çocuklarının rol aldığı kitapları okumayı seviyorum, Alper Canıgüz ve Emrah Serbes'ten sonra Bıçakçı da gözlemleri çok iyi yapmış ve örnekler enfes seçmiş. Bir erkek çocuğunu minicikken eline almış ve 99 sayfacık kitapta onu büyütmüş. 

Kitabın bir ana hikayesi yok. Kesik kesik sahneler, kah evin salonu, kah deniz kıyısı kah sokak ortası. Ama sanki cımbızla ayıklanan kesitler bunlar. Kardeşlik ilişkileri, akrabalık ikilemi (ikilem diyorum çünkü "fazlalık olma" hissiyatı çok çok iyi anlatılmış).

Aslında bir yerde de erkeklerin hiç büyümediğini sokmuş gözümüze gözümüze. Bence erkekler alıp okumalı, çocukken de, ergenken de, deve kadar adam olduklarında da değişmediklerinin çok somut bir tanımı.

" Pul albümlerimizi kitaplıktaki yerlerine yerleştirip sokağa çıktığımızda, başlarını kaldırmış, Kemallerin ikinci kattaki evine bakan on kadar kişi gördük. Kemal elinde süt bardağıyla pencereye çıktı. Sabırlı olmamızı söyleyerek sütünü içti. Bitirince, önceden albümden çıkardığı pulları avuç avuç savurdu. Bir sürü pul havada uçuşuyor, ellerimizi havaya kaldırmış tutmaya çalışıyorduk. Pulları havada yakalamak için peşlerinden koşmamız gerekiyordu."

Yukarıdaki paragrafı özellikle birebir aktarmak istedim, çünkü aynı şey benim çocukluğumda da yapılırdı. Günlük popülerlik kazanmak için bazen tasolar bazen barbi-futbolcu kartları evin balkonundan savrulur 'kapııııııııııııııııııışşşşşşş' diye bağırılır ve o günün en popüler kişisi olunurdu. =)

19 Ekim 2012 Cuma

Amat

Şimdi geçtiğimiz ay İhsan Oktay Anar'ın son kitabı Yedinci Gün de yayımlanınca farkettim ki iç kitabın ardından epey ara vermişim Anar okumaya. Zamanı gelmiş diyerek kronolojik sırayla devam ettim Amat'ı okumaya.

İlk önce itiraf etmeliyim kitabın son sayfasına kadar ne zaman çıkacak piyasaya Uzun İhsan diye bekledim ama çıkmadı. 3 kitaptan sonra ister istemez bekliyor insan ama bu sefer bir degisiklik oldu ve çıkartmadı karşımıza.

Kitap boyunca serin sularda Amat (Elif, mim, elif, te) adlı gemideyiz. Salı günü sefere çıkan (salı günü sefere çıkmanın uğursuzluk getiridiğine inanılıyor) bu gemideki 247 mürettebatın hepsi de günahkar. Ve hikayenin arasında bu günahların neler olduğunu yine kopan geri gelen hikayeler olarak okunuyor.

Diyavol Paşa ve hikayesi, Amat'ın nasıl yapıldığının hikayesi kitap sonuna doğru açıklığa kavuşuyor. Bir sürü karakterin bir sürü hikayesi, denizcilik terimleri ve diğerleri. Aynen benim bu yorumum gibi bölük pörçük anlamlı anlamsız cümleler bütünü güzel bir kitap Amat. İhsan Oktay Anar'ın en iyisi değil belki ama tipik bir Anar kitabı. 

4 Ekim 2012 Perşembe

Amak-ı Hayal


Amak-ı Hayal, yine elime arkadaş vasıtasıyla aldığım kitaplardan. Beklentimin biraz dışında bir kitap, güzelce okuttu ama tam bağlayamadı kendine nedense. Amak günümüz Türkçesinde derinlik demekmiş, yani hayalin derinlikleri. Kitap Aynalı Baba’yla tanışan Raci’nin gördüğü/düşlediği hikayeleri anlatıyor.

Aynalı baba ney üflüyor, aslında kitabı okurken arkada hep o tını devam ediyor. Siz okuyorsunuz o notalar akıyor. Benim anneannemin kullandığı bi laf vardı “düşe yatmak”. Raci’ninki de böyle bir şey ama daha farklı. Tasavvufun en güzel tarafı iyi, doğru insan olmak hikayelerde öyle tatlı anlatılıyor ki. Ama işte sanırım bana itici gelen tarafı bu hikayelerde Raci’nin hep iyi aile çocuğu olması. Hatta (spoiler içerir) kendini karınca olarak gördüğü hayalde bile insani duyguları yaşayabilenin tek kendisi olması (spoiler biter) aslında Raci’nin kendisi üstün gördüğünü çağrıştırdı bana ve hoşlanmadım. Ama genel olarak Aynalı Baba’yı ve neyini çok sevdim.
 
"Hep ikilik birlik için.
Bak iki göz bir görüyor!
Birlik ise dirlik için
Bak iki göz bir görüyor!
 
Ruh ve ceset arş ve felek
İns ve peri cin ve melek
Birlik için hep bu emek
Bak iki göz bir görüyor!
 
Şirkten eyle hazer,
Vaktini boş etme güzer!
Aleme bir eyle nazar
Bak,iki göz bir görüyor!
 
Sen de seni sen de seni
Bil ki, budur ''Allemeni''
Birleye gör can ve teni
Bak,iki göz bir görüyor!"

3 Eylül 2012 Pazartesi

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

Sevdiğim bazı kitapların, hepsinin değil belki de sadece küçük bir bölümünün, ortak bir özelliği oluyor: Ana karakterin isminin bilinmemesi. Bu hem değişik bir samimiyet katıyor kitaba, hem de genelde birinci kişinin ağzından yazılmış oluyor dolayısıyla kolay okunuyor.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu da ana karakterin ismini bilmediğimiz kitaplardan ve sıcacık. Çok çok eski, çizik bir siyah beyaz filmi gibi. Konuşmalar saygılı ve eski Türkçe'nin o mesafeli hali. 

Ana karakterimiz 15 yaşında bir delikanlı, dizinden bir kemik hastalığı çekiyor ve senelerdir tedavi edilemiyor. Umutsuzca kendinden 4 yaş büyük  Nüzhet'e aşık. Nüzhet de az değil, o da ilgili bizim çocuğa ama evlilik meseleleri var başında. Dil o kadar güzel ki, o kadar naif anlatmış ki yazar 15 yaşındaki bir gencin, hastalığına, aşkına ve hayatına bakışını. Çok sevdim.

Dil eski Türkçe kelimelerle bezenmiş söylediğim gibi ama kitabın arkasında bir kaç sayfalık sözlük var bana epeyce yardımcı oldu. Hele bir cümle vardı ki neredeyse kelimelerin hiçbirini bilmiyordum. Okuyun, okutturun.

" Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum."

"...Benim mücerret nazariyelerime karşı muarızlarımın müptezel teşbihler ve müşahhas delillerle müdafaa ettikleri tez, bu cahil efkar-ı umumiyeyi aldatabilirdi"  Bahsettiğim cümle buydu :)

29 Ağustos 2012 Çarşamba

A Spot of Bother

Kitapla ilgili uzunca bir girizgah yapacağım sanıyorumki. Mark Haddon'un daha önce 'The curious incident of the dog in the night-time' isimli enfes kitabını okuduktan sonra haliyle diğer kitaplarını da merak ettim, Türkçe çevirisi yok tabi ki diğer kitaplarının. Ama Mark amca İngiliz olduğundan Londra maceram sırasında kitapçılarda kitaplarını bulmak zor olmadı ve hemen 2 kitabını attım çantaya.

Amma ve lakin, diğer tüm kitapların üzerinde 'The writer of "the curious incident of the dog in the night-time"' yazıyordu. Bu insanı bir durdurup düşündürmeliymiş demek ki. Tek kitapla popüler olunca diğerlerinde çuvallama ihtimaline karşı sanıyorum bu strateji ki nitekim kitap fossss.

Her neyse bu kadar girizgahtan sonra biraz kitaptan bahsedeyim.  503 koca sayfa boyunca 4 kişilik bir aile anlatılıyor ve tam bir yaprak dökümü havası var. Anne eşini aldatıyor, erkek çocuk eşcinsel ve taparcasına sevdiği bir erkek arkadaşı var, kız çocuk ilk evliliğinden minik bir oğlana sahip ve ikinci evliliğini yapmak üzere derken babamızın poposunda bir lezyon çıkıyor ve olaylar gelişiyor.

Toplasan 100 sayfada anlatılabilecek hikaye sakız gibi uzatılmış. Sevemedim beğenemedim, hani sıcaktır aile hikayesidir gevezelikleri de yapamayacağım. Otistik bir çocuğu bu kadar güzel anlatan Mark Amca, tutsun başka hiçbir şey anlatamasın, değişik.

Bir de kitapta beni sinir eden başka bir şey de şu ki, sanki kitabı okuyan herkes İngiltere'ye, Londra'ya ya da Peterborourgh denen yere ait olan bazı şeyleri bilmek zorundaymışcasına yazılmış olması. Örneğin bir dergi ismi, bir tv kanalı, bir İngiliz dizisindeki bir karakter, ya da bir dükkan. Hikayeyi oradan örneklerle anlatacaksan, oraları tanımayan insanlara da açıklama yapmalısın ki neyi neye benzettiğini biz de anlayalım.

Bir edebiyatçıya haddimden fazla eleştiri yaptım sanıyorum ama kitap elimde 2 ay sürününce mecbur söylüyorum işte, halbuki 'çok da fifi' O'nun için de neyse. Buna rağmen kitabın İngilizcesi basit ve eğlenceli olduğu için bir köşeden sempati besledim tabi ki. Goodreads puanım 3 kanka!

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Masal Masal İçinde

Kitap ilginç bir şekilde geçti elime. Ahmet Ümit olduğu için de merak edip okudum. Polisiye değil, ilginçtir. Cinayet yok, katili aramıyoruz. Ama aynı merakla okunuyor kitap.

Büyüklere anlatılacak bir masal aslında. Ama kitabın adından da anlaşılacağı üzere masalın içinde masal(lar) var. Kör kervancı, Kuyumcu, Demirci, Müzezzin ve Şapkacının hikayeleri var sırasıyla ve hikayelerinin ne olduğunu sondan başa şekilde öğreniyoruz. Kurgusu böyle olunca da merak edip okutturuyor kendini.

Evde oturulacak boş bir günde okunabilir. Çok uzun değil ve okuması keyifli. Ahmet Ümit'in daha önce sadece tek bir kitabını okumuş olduğumdan yorumum doğru olur mu bilemiyorum ama sanırım alışılmış Ahmet Ümit çizgisinden biraz farklı. Yine alıntı yok =)

23 Ağustos 2012 Perşembe

Bin Muhteşem Güneş

Uçurtma Avcısı'ndan sonra az çok nasıl bir şeyle karşılaşabileceğimi tahmin ediyordum aslında. Ama bu sefer hikayeler kadınların etrafında döndüğü için sanırım daha çok etkiledi beni. Hele bir de Azerbaycan yolculuğum sırasında okuduğum için o coğrafyaya yakın olmanın da etkisi olmuş olabilir.

Meryem'in doğumuyla başlayan kitap ömrünün yarısında Leyla ile kesişmesiyle devam ediyor ve hayatlarını okuyoruz. Afganistan'ın yakın geçmişi yine inanılmaz öğretici bir şekilde aktarılmış. Sayfaları ne kadar hızlı çevirdim bilemiyorum.

Aslında, Meryem'in harami olmasından, çocuğunu düşürmesinden, Leyla'nın çocukluk aşkını kaybedişinden ve kocalarından yedikleri dayaklardan ziyade kitapta ben en çok üzen şey Taliban'ın put diye etiketleyerek, Tarık'la Meryem'in en güzel anılarından biri olan Bamyan Buda Heykellerini yerlebir edişini okumak üzdü beni.

O kadar heyecanlı okudum ki kitabı herhangi bir alıntı yapmaya fırsatım olmadı. Okuyun, okutturun. 

27 Temmuz 2012 Cuma

En Uzak Sahil - Yerdeniz 3




Yerdeniz serisine başlayalı epey zaman olmuştu ama seri çok fazla sarmayınca kolay kolay gelmiyor işte. Aylar sonra aldım kitabı elime. Aslında çok kalın da değil 200 sayfa civarında ama yine zor okuduğum kitaplardan oldu.

Ejderhalar, büyüler iyi hoş ama bir yere kadar. İnandırıcı olmasını beklemiyordum ki zaten bu tarz bir kitaptan onu beklemek saçmalık olurdu ama yine de sevemedim. 

İlk iki kitapla bağlantılar yine var, Ged yine baş karakter. İsimler, olaylar hep önceki kitaplarla adreslenmiş. Zaten serinin son kitabı olarak tasarlanıp yazılmış ancak yazar yıllar sonra bu seriyi böyle bitirmek istemediğine karar verip devamında iki kitap daha eklemiş. "Yerdeniz Üçlemesi" bir anda "Yerdeniz Beşlemesi" oluvermiş.

Ama bir "son kitap" olduğu belli, bir sona yaklaşış, ölüm konusu var. Büyülerin, güçlerin kaybolması, insanların büyünün bir yanılsama olduğuna karar verip ondan vazgeçişi var. Herhangi bir alıntı yapmadım, dikkatimi çeken çok fazla şey de olmadı doğrusunu söylemek gerekirse. Uzun lafın kısası Yerdeniz Beşlemesi benim için Üçleme'de sona ermiştir. Ama Ursula Hanım'ın diğer kitaplarının lezzetini tatmak boynumuzun borcudur, o ayrı. 

15 Temmuz 2012 Pazar

Sinek Isırıklarının Müellifi


Barış Bıçakçı’yı peşpeşe okudum çünkü kitapları elimin altındaydı ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i çok beğenmiştim.

Uzun zaman sonra İstanbul’dan Söke’ye yapacağım otobüs yolculuğumda okurum diye aldım yanıma, öyle ki otogardan kalkıp İstanbul’dan çıktığımızda kitap bitmek üzereydi zaten. İstanbul'daki trafiğin vehameti malum.

Kitap başlayıp bir hikaye anlatmıyor, hayattan bir kesit. İnşaat Mühendisliği okumuş ve ardından uzunca yıllar bu görevde çalışmış Cemil’in işten ayrıldıktan sonra kendini edebiyata verişiyle girdiği durum anlatılıyor. Eşi bir doktor. Aslında Türk gözüyle bakınca kadın çalışıyor adam yiyor gibi bir durum var. Çocuk da yapmak istememişler o da yok. Cemil kitap yazıyor ve basılması için bir editörle görüşüyor ve bunun ardından bir bekleme safhasına geçiyor.

Yani buhranlı insanlar bana hep uzak, itici gelmiştir farklı olmak adına abuk şeyler yapmak bana göre değil yani abuk şeyler yaparsan da onu farklı olmak istediğin için değil gerçekten o abukluğu yapmak istediğin için yaparsın. Neyse saçma bi yorum oluyor farkındayım ama çok sevemedim kitabı, hızlıca bitirdim bitirmesine ama kendimden bir şey bulamadım, bir olay, devam eden merakta bırakan ya da bana bir şey öğreten/hissettiren hiçbir şey yoktu kitapta. E bir de Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in ardından oluşan bir beklenti de vardı tabi öyle olunca pek sevemedim. Ama diğer kitaplarını da okuyacağım Barış Bıçakçı’nin güzel olacaklarından hiç şüphem yok.

" Hayat dediğimiz sadece kimyadan ibaret. Periyodik tabloyu ezberlesek yeter. Evrendeki en bol iki elementin, hidrojen ve helyumun, aynı zamanda en hafif iki element olması her şeyi açıklıyor zaten. Böyle hafif bir evrende anlam ne arasın? Anlam ağırdır... Dibe çöker. Falcılar bu nedenle kahvenin telvesine bakarlar."


26 Haziran 2012 Salı

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Su gibi bir kitap, büyük bir bardak suyu tek yudumda içmek gibi, bir solukta bitiyor. 

Hikayesini çok da anlatmak istemiyorum, aslında zaten öyle başı ve sonu olan bir hikayesi de yok bence. Birinci kişinin ağzından arkadaşına yazılmış bir mektup gibi, aynı kıza aşık olan, aslında birbirlerine de gizli bir aşk besleyen iki en yakın arkadaşın hikayesi.

Gerçekten büyük çaresizlik. Ama çaresizlik olan kitapta da bahsedildiği gibi aynı anda aynı kadına aşık olmak mı yoksa seslerimizin artık dışarıda çocuk seslerine karışmıyor oluşu mu? 

Fantastik, underground kitaplar okuyacağım derken, böyle kitapları es geçiyorum uzun zamandır. Bu çok iyi geldi. Tek gecede bitirilebilecek bir kitap tavsiye ederim.

'... Ardından yedi yıl kuzey yarı kürenin 30. ve 60. paralelleri arasında dolaştın; kayalıklı bir deniz kıyısında çıplak ayaklarının dibinde zıpkınla vurduğun bir orkinosla ve karlı bir günde yakaları kürklü paltonla Nazım'ın mezarında çekilmiş fotoğrafların var.'

' Seninle konuşmanın grameri: Hemen hemen her cümle "hatırlıyor musun" sorusuyla biter, ortak geçmişimizin g'si büyük yazılır, eylemlerimizin kipi daima güzel geçmiş zamandır ve Çetin ile Ender'i birbirine bağlayan bağlaçlar saymakla bitmez.'

' Biz de bu oyuna bir son veriyoruz, normal halimize dönüp o yaşamsal bileşiği tekrar oluşturuyoruz: Ç2SE4. Çetinikisalakenderdört.'

' Her şey gerçekten Nihal'le ilgili miydi yoksa aklım bir dokuma tezgahı gibi mi çalışıyordu, her ipten aynı kumaşı dokuyordum?'

19 Haziran 2012 Salı

Görünmez Canavarlar


Dayak yedim, bariz dayak yedim. Chuck Palahniuk, okuduğum ilk iki kitabından sonra ilk kez feci dövdü beni. Mazoşistçe de bir zevk aldım orası ayrı konu. =)

Herkesin her zaman tam olarak sevmeyebileceği şeyleri okumayı seviyorum, absürd edebiyat, yeraltı edebiyatı vs vs. İşte asıl yer altı ne bu kitapta tam anlamıyla gördüm.

Yüzü silahla yaralanan Shannon’un başına gelenleri okuyoruz. Ama öyle su gibi akıp giden bir hikaye değil.  Sayfa numaraları sanki 1, 2, 3, gibi değil de, 1, 78, 13, 189 gibi gidiyor. Bir ileri bir geri, bir başa bir sona. O yüzden hızlı okunmazsa büyüsüne kolay kapılanacak bir kitap değil.

Shannon’un abisi Shane’in hikayesini okuyoruz.
Shannon’un en yakın arkadaşı Evie’nin hikayesini okuyoruz.
Shannon’un sevgilisi Manus’un hikayesini okuyoruz.
Shannon’un hayatındaki Prenses Brandy Alexander’ın hikayesini okuyoruz.
Ellis, Seth, Alfa Romeo, Hewlett Packard ve diğerleri.
Hikaye karmakarışık yumak haline geliyor ve sonra öylesine hızlı çözülmeye başlıyor ki neye uğradığını şaşırıyor insan.

İnsanların aslında göründükleri gibi olmadıklarını anlatan başarılı bir popüler kültür eleştirisi. Cinsiyet ve seks kavramlarına bambaşka bakış açıları. Kıskançlıklar ve “başkası gibi” olabilmek uğruna göze alınanlar. İnanılmaz.

Kitapla ilgili tek eleştirim var ki o da Türkiyede’ki yayın evi ve çevirmenle ilgili; İlki “emlakçi” değil “emlakçı”. İkincisi de kitabın sonlarına doğru bir cümlede yazılmak istenen “düşündüğüm” kelimesi hiç bir şekilde dikkat edilmeden “düşündbssssssssssssüğüm” şeklinde yazılmış. Cümleyi ilk okuduğumda acaba bir şey mi demek isteniyor yazım yanlışı değil mi ki diye düşündüm ama bariz yanlış sanıyorum ki. Zaten yapacağım eleştiri kesinlikle kitabın içeriğiyle ilgili olamazdı.

“Seth dikiz aynasından göğüslerime bakıp ‘ İnsanlara haftasonu tatilinde ne yaptıklarını sormamızın tek nedeni, kendi haftasonu tatilimizi anlatma isteğimiz,’ diyor.”
“Kimden nefret edeceğimizi bilmediğimiz zamanlar kendimizden nefret ediyoruz.”

12 Haziran 2012 Salı

Dönüşüm

İncecik bir kitap, klasiklerden. Yine kitapçıda rafta görülüp alınıp bir çırpıda şıp diye okunanlardan. Zaten 76 sayfa çok uzun sürmesi beklenemez ama bende uyandırdığı şey, kendini hızlı okutmasının sebebi ayrı sanırım.

Kitabı elime alıp; evet bir mesaj verecek, hayatla ilgili güzel şeyler öğretecek bana diyerek çevirdim sayfaları hızlı hızlı. Ama bitince de bakakaldım boş boş. Verdiğim tepki "eeee yaniiiii" oldu. Bu durumdan çıkarmamız gereken ders ise amaç hızlıca okuyup kitabı bir çırpıda bitirmek değil, anlayarak okumakmış. İlkokul çocuğuymuşçasına bunu söylemem komik oldu ama düşündükçe daha anlamlı geliyor hikaye bana.

Gregor Samsa bir sabah kocaman bir böcek olarak uyanıyor ve ailesinin ona karşı tutumlarını okuyoruz. Aslında ailenin bu dönüşüme şaşırmayışı falan biraz garip evet ama asıl sonraki davranışları önemli. 

Hani şu aralar sık sık duyduğumuz mahalle baskısı, aile baskısı dediğimiz şey var ya; muhafazakar bir ailede sivri bir kız çocuğu olmak ya da eşcinsel erkek çocuğu olmak gibi. Ailesinden ne gibi tepkiler aldıklarını az çok görüyoruz aslında bu hikaye biraz da onu anlatıyor.

Kişinin, birey olarak farklı olmasını kabullenemeyen yakın çevrenin bunu sindiremediği için lanet okuması ya onu yok etmesi ya ondan kurtulması. Üzücü, iç kıyıcı şeyler evet. Çok konuştum galiba. Kısacık bir kitap zaten alınıp okunup üzerine uzun uzun düşünülebilir. 

10 Haziran 2012 Pazar

Cennetimden Bakarken

Elimde sürünen bir kitapla daha karşı karşıyayız. Konusu değişik aslında elimde sürünmesinin sebebini, donuma kadar ıslandığım bir yağmurda kitabın da benimle beraber ıslanması ve tüm yapraklarının birer lahana kıvamına girmiş olması olarak da gösterebiliriz.
Tecavüze uğrayıp öldürülen Susie'nin cennetinden yeryüzünü izlemesi anlatılıyor. İlginç olmasına ilginç ama beniz cezbedemedi bağlayamadı.
Çok da bir şey yazmak istemiyorum aslında. Filmi varmış o izlensin kitap okunacağına ne bileyim.

25 Mayıs 2012 Cuma

The Curious Incident Of The Dog In The Night-Time

Bu kitap için bilgisayarı açıp yazmaya başladığımda yüzümde gülücükler olduğunun bilinmesini istiyorum ilk olarak :)

Devamında ise, okuduğum ilk elektronik kitap olduğunu söyleyeyim. Bu kadar enfes bir kitap olmasaydı alışabilir miydim bir kitabı bilgisayar/telefon/tablet ekranından okumaya bilmiyorum ama ablacığımın verdiği tabletle bundan sonra daha fazla okuyacağımı da söyleyebilirim. Tabi bir de Işıl'a buradan teşekkürlerimizi iletiyoruz bu kitabı benimle tanıştırdığı için. 

Kitabı orijinal dilinde (İngilizce) okudum ve iyi ki öyle okumuşum, şu tercüme işine bu aralar takığım zaten, bu kitap hiç okunmazmış çevirisinden çünkü kitabımız Asperger Sendromlu 15 yaşındaki Christopher'ın ağzından yazılmış bir kitap ve o naif, katıksız cümlelerini okumak O'nu anlamak için çok önemli.

Aslında hikaye Christopher'ın yan bahçede öldürülmüş komşu köpeğini bulması ve katilini araştırmayı kafasına koymasıyla başlıyor ama hikaye sonra dallanıp budaklanıyor, aile meselelerinde giriyor falan. Ama Christopher'ın düşüncelerini okumak, duygusal zekası çok gelişmemiş olduğundan korkularını, endişelerini ve sevinçlerini matematiksel denklemlere dönüştürerek kaleme almasını okumak buruk bir keyif veriyor insana. 

Çoğu zamandır okuduğum kitaplarda gerçekliği göremiyordum  belki de ama bu kitapta otistik bir çocuğun zihninde neler neler yaşanabiliyormuş hepsini gördüm. Kısacası çok çok çok sevdim. Herkese tavsiyemdir.

'I decided that the dog was probably killed with the fork because I could not see any other wounds in the dog and I do not think you would stick a garden fork into a dog after it had died for some other reason, like cancer, for example, or a road accident. But I could not be certain about this.

'I like dogs. You always know what a dog is thinking. It has four moods. Happy, sad, cross and
concentrating. Also, dogs are faithful and they do not tell lies because they cannot talk.'

'And I realize that I told a lie in Chapter 13 because I said "I cannot tell jokes," because I do know 3 jokes that I can tell and I understand and one of them is about a cow, and Siobhan said I didn't have to go back and change what I wrote in Chapter 13 because it doesn't matter because it is not a lie, just a clarification.'


17 Mayıs 2012 Perşembe

Otomatik Portakal



Aslında çok fazla bir şey söylemeye gerek yok bu kitapla ilgili. Filmi zaten tüm zamanların en iyisi olduğundan benim için, hikayesine kurgusuna eleştiri yapmıyorum.

Ama yine birçok kitabı okurken düşündüğüm şeyi tekrarlıyorum, bütün diller keşke anadilim olsa ve keşke bütün kitapları anadillerinde okuyabilsem. Absürd hikayelerde ya da sokak dilinde yazılmış kitaplarda tercüme ne kadar başarılı olursa olsun yine de bir şeyler eksik oluyor.

Stanley Kubrick, boşuna Kubrick olmamış tabi bir de o var, kitap ve film o kadar kült hale gelmiş ki zaten birbirlerinden ayrı eleştirilemiyor. Kitabı filme öylesine güzel aktarmış ki, bakmak ve görmek farkına ilişkin muhteşem bir örnek. Sıcağı sıcağınayken filmi bir kez daha izlemeli.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Zargana

Hakan Günday'ın hangi kitabına başlasam, yandık hiçbir şey anlayamayacağım bu kitaptan diyorum ama sonra hikaye beni şıp diye içine çekiyor bi bakıyorum bitmiş, gitmiş. Aynen Zargana'ya da anlamayacağım sanırım bu kitabı diyerek başladım ve bu sefer nedense kitap bitene kadar bu düşünceyi taşımaya devam ettim.

Ailesinin kendisini evlatlık edindiğini öğrenen Zargana evden kaçar ve sokaklarda başına gelenlerden sonra artık bir insan olmadığına kanaat getirir. Bir ileri bir geri giderek okuduğumuz kitapta Zargana'nın günümüzde yaptığı insanlara senaryo yazarak kendi hayatını oynatması değil de, 12 yaşında evden kaçtıktan sonra başından geçenlerin anlatıldığı bölüm daha bir soluğumu kesti.

Kitabı nedense sağlam temellere oturtamadım ben ve Sayın Günday'ın bu kitabında öyle alışık olduğum kocaman laflar yoktu. Belki de bir önceki Hakan Günday kitabımın Azil olmasından kaynaklanıyordur. Onu okurken nefes almayı unutuyordum adeta, bu sefer öyle olmadı. Şimdilik okuduğum 3 kitabı sıralarsam listeye sonuncu olarak girer ama yine de hakkını vermek lazım, güzel bir beynin ürünü.

"Dünya üzerinde iki tür insan vardır: trafikte sarı ışığı görünce frene dokunanlar ve aynı sarı ışık karşısında gazı kökleyenler."

"Zargana İsmet'in sarhoş olmasına izin veriyordu. Hatta sürekli içki içmesini sağlıyordu. Batı hafiflemek, Doğu ağırlaşmak için kaldırır kadehini."

"İntihar rakamlarının günümüz dünyasında bu denli yüksek olmasının başlıca nedeni hayatın zor ve insanların zayıf olması değil, insanların bir canlıyı öldürmeden insan olamayacaklarıdır."

27 Nisan 2012 Cuma

Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir

Nasıl bir şekilde buldum bu kitabı, nasıl karar verdim almaya hiçbir fikrim olmamasına, herhangi birinden öneri olarak hiç duymamış olmama rağmen severek okudum bu kitabı. Zaten Murat Menteş ve Alper Canıgüz hayranı biri olarak Türk absürd edebiyatına bayıldığım aşikar, o nedenle olsa gerek sevdim.

İlk başlarda eminim okuyan herkes n'oluyor ya, bu ne şimdi falan demiştir hatta ben kitabın yarısına kadar kızdım kendime gidip abuk subuk kitaplar bulup okuyorum diye ama sonradan olaylar çözülmeye başlayınca acayip hoşuma gitti.

Yazar aslen hentbol hocasıymış sanırım, camiasında da epey tanınıyormuş, bu kitap da ilk romanıymış ki bence kendini epey belli ediyor. Nacizane görüşüm kitapta bir üsluptan bahsetmek pek mümkün değil, gelişigüzel yazılmış diyaloglar şeklinde ilerliyor. Ama kurgusu güzel.

Ailesinden bunalıp Uzunharmanlar'a kaçan başkahramanımız Musa'nın taşındığı evde olan garip olaylar dikkatini çekiyor. Evinin hayaletli olduğuna karar veriyor. Komşularının hepsi çok iyi insanlar olmalarına rağmen Musa'ya her seferinde ders verir gibi konuşuyorlar v.s ve olaylar gelişiyor. Dediğim gibi kurgu çok güzel olduğundan neticeyi anlamak epeyce zor.

Kitabı okumayı düşünecekler bu cümleyi okumasınlar diyeceğim şu an çünkü bahsetmeden edemem, paralel evren malzemesi var ya, hah işte o konu usta ellerde inanılmaz hikayelere dönüşebilir. Bu kitap sadece çok çok basit örneklerinden biri. Beğendim ama bir Sezgin Kaymaz kitabı daha aldırır mı bana şimdilik çok emin değilim. Bir ara belki.

13 Nisan 2012 Cuma

Uçurtma Avcısı

Öncelikle, benim bu kitabı bu kadar geç okumam gerçeğini göz ardı edersek,  bu minvaldeki bir kitabın çok satanlar listesinde olmasının beni çok mutlu ettiğini söylemek istiyorum. Türkiye'de bu kadar okunmasının sebebi bilinçli olarak belki de 'geleceğimizin' görülmesi değil de müslüman ülkede geçen müslüman bir yazar tarafından yazılmış bir kitap olması olsa da, yine de umut verici.

Okuyunca, hayal ürünü, gerçek dışı gibi gelse de insana, inanılması güç de olsa bunlar yaşanıyor ve yaşanacak. Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki bu kitapla ilgili nasıl toparlarım nasıl satıra dökerim bilmiyorum.
Kitap güzel çocukluk anılarıyla başlıyor ama hikayedeki o hüzünlü anlatım hemen ele veriyor böyle mutlu devam etmeyeceğine, kah sinirlenerek, kah yumruğumu ısırarak okudum tüm kitabı. Kimi yerde Emir'e hak verdim kimi zaman Assef'e tükürükler saçarak küfürler ettim. Normal mi bilmiyorum da bir duygu patlaması yaşadım kitap boyunca. Yapılan çirkinliklere göz göre göre sessiz kalmak, içten içe hasetin iyiliği bastırması...

Afganistan'da güzel (?) çocukluğunu bırakarak Amerika'ya gelen Emir'in yıllar sonra memleketine dönüşü ve geçmişiyle yüzleşmesi o kadar güzel aktarılıyor ki, kitap okumuyorsun da sanki yakın bir arkadaşın sana başından geçenleri anlatıyor gibi. 

Aslında üstünde durulan tek şey 'vicdan' belki de bu kitapta. Herkes vicdanıyla yüzleşiyor zamanı gelince, ama acı çeken çektiğiyle kalıyor o ayrı.
Ama asıl benim içimi buran şey ise, Taliban Afganistan'ın başına geldiğinde yeşeren umutların zamanla yok olması, şeriatın o lanet hükmünün sürmesi.
Kendine müslüman diyen peynir beyinlilerin asıl kendilerini allah'a şirk koşarak yaptıkları şeyler çileden çıkarıyor insanı.

* Bir kadın sesi erkeği tahrik ediyor diye asla konuşturulmuyor ve konuştuğu takdirde katlediliyorsa
*Sebepsiz evler yıkılıyor, ırkı/mezhebi farklı diye bir insan öldürülebiliyorsa
*Herhangi bir nedenle sesi yükseldi diye birinin kafasına kalaşnikof dayanıyorsa
*Tüm bunları hak yoluna yapıyorum diye bir de ufacık çocukların ırzına geçiliyorsa varsın öyle müslümanlığa lanet olsun.

Ama okunsun, yıllarca bestseller olmaya devam etsin bu kitap, özellikle de Türkiye'de. Herkes okusun, şeriat istiyorum diyen, şimdi sokaklarda fink atan o kadınlar görsün başlarına neler geleceğini.

" Hasan'la bakıştık. Sonra da kahkahaları koyuverdik. Britanyalıların yüzyıl başında, Rusların da 1980lerde öğrendiği şeyi yakında bu Hintli çocuk da öğrenirdi: Afganlar bağımsız insanlardı. Afgan halkı gelenekleri sayar ama kurallardan iğrenir. Aynı şey uçurtma savaşında da geçerliydi. Tek bir kural vardı; o da kuralsızlık. Uçurtmanı uçur. Rakibinin ipini kes. Hadi şansın açık olsun!"

"Baba'nın beni futbol maçlarına getirdiği 70'li yıllarda yemyeşil olan bu saha şimdi berbat haldeydi. Oyun alanının her yanı delikler, çukurlarla doluydu; en göze çarpanı da, güney uçtaki kale direklerinin arkasındaki bir çift derin çukurdu."

"Sohrab'ın suskun olduğunu söylemek yanlış olur. Suskunluk, huzur içeriyor. Sakinlik, dinginlik. Yaşam düğmesinin sesini kısmak gibi. Sessizlik ise düğmeyi kapatmak. Kesmek. Tamamen durmak."

18 Mart 2012 Pazar

Otostopçunun Galaksi Rehberi (# 1)

Bugüne kadar bana tavsiye edilmiş tüm kitapları beğenerek okumuşumdur. Ancak Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni yalnızca beğeniyle değil, merakla da okudum demeliyim.

Her yerde adını zilyon kere duymuş olmama rağmen o koca ansiklopedi gibi kitabı elime alıp okumaya bir türlü cesaret edememiştim. Ama bana hediye edilmesi gayet iyi bir teşvik oldu. Ben ki ömrümün sonuna kadar dünyanın tamamını gezemeyeceğim diye karalar bağlayan bir insanken, insanlar gezegenden gezegene, galaksiden galaksiye geçiyor bu kitapta. Gel de haline üzülme.

Yerkürenin yok oluşuyla başlıyor macera ve hakikaten oradan oraya savrularak devam ediyor. Şimdi yalan söyleyemeyeceğim 'e bu nası oluyor', 'yok artık böyle de olmaz' dediğim çok açık nokta oldu sanki ama bence ihmal edilebilecek seviyede zira kitap absürd netice olarak. Havlu taşımanın anlamını anlatıyor uzun uzun, o noktada da ne kadar gerçekçi olduğunu gösteriyor aynı zamanda. 

Hayat, evren ve her şey'e dair sorulan sorunun cevabının aranışı, milyon yıl önceler ve sonralar var bu nedenle oldukça değişik, gerçek insan kişilikli bir robot var (özellik olarak bana benzediği de iddia ediliyor, ilerleyen zamanlarda göreceğiz bakalım), aslında biz insanların fareler üzerinde deney yaptığı değil de farelerin bizim üzerimizde deney yaptıklarına dair beni de şüpheye düşüren iddialar var. Bir de ihtimalsizlik motoru var ki, bir mühendis olarak beni kendine hayran bıraktı, bu konu üzerine çok çok uzun düşüneceğim sanırım.. Güzel aforizmalar, çok zekice. Macera ilk kitapla nihayetlenmiyor, hemen ardından devam edeceğiz ikinci kitapla bakalım bizi neler bekliyor.

" Arthur dehşetin harika bir türünü hissederek çevresine bakınmaktaydı. Önlerinde, karar veremeyeceği, hatta üzerinde tahmin bile yürütemeyeceği uzaklıkta, havada asılı duran bir dizi tuhaf şey vardı: Uzayda sallanan karanlık, küremsi şekillerin çevresinde asılı duran, metal ve ışıktan yapılmış narin yapraklar.

'İşte' dedi Slartibartfast, 'gezegenlerimizin çoğunu burada yapıyoruz.'..."


"...panik yapmayın..."

15 Mart 2012 Perşembe

Simyacı

Kitap 1988 yılında yayımlanmış ilk defa. Türkçe'ye tam olarak ne zaman çevrildi net bilmemekle birlikte, yanılmıyorsam ben ortaokuldayken falan ortalığı bir kasıp kavurmuştu: bestseller oldu, elden ele dolandı falan. Annem okudu, teyzem okudu, dıdımın dıdısı okudu falan filan. Ama gel gelelim bence koca bi fıssssss. Ortada bir kişisel menkıbe dönüp duruyor. Her paragrafta iki kere geçiyor. Menkıbe de hani rüyada görülen bir hazine, gerçek mi gerçek belki ama kendini yollara atmak için yeterli kanıt değil. Yani olaya çat diye girdim ama anlaşılmıştır kitabı beğenmedim hiç. 160 küsur sayfa ama upuzuun sürdü bitmedi okuyasım gelmedi. Ne bileyim daha güzel bir şey bekliyordum belki de ondan. Ya da hali hazırda paralelde okuduğum Otostopçu da olduğu için kafamı veremedim bahaneler bahaneler. Zorla mı yani beğenemedim napayım :)

10 Mart 2012 Cumartesi

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş

Bugüne kadar okuduğum kitaplardan tarzı ve üslubu farklı olan bir kitaptı Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş. Jose Saramago'nun distopyalarından bir tanesi. Konusu ise özetle şöyle: Ölüm bir gün yaptığı işten vazgeçer ve herkes ölümsüz olursa ne olur?

Bir hayli ilginç bir fikirle yazılmış kitap ancak yazarın üslubu o kadar değişikti ki okumakta çok zorlandım. Hiç paragraf yok, konuşma çizgisi yok, dümdüz bir yazı kullanılan noktalama işaretleri nokta ve virgülden ibaret ve karşılıklı konuşmalardan kimin ne dediğini anlayabilmek gerçekten yorucu. İlk 20-30sayfa bocaladıktan sonra mecburen alışılıyor bu yazım şekline ama yine de okunması kolay bir kitap değil.

Konusunu okuyup kitabı aldığımda çok değişik bir insan psikolojisiyle karşılaşacağımı düşünmüştüm, hani ölümsüz olunca önce aptal bir sevinç olur sonra her şey boka sarar diye, ne bileyim trafik kazasında 10 parçaya bölünüyorsun ama ölmüyorsun bu hoş bir şey değil tabi ama kitap insan psikolojisini anlatmıyor tam olarak. 

Aslında kitabı 3 parça halinde değerlendirmek daha mantıklı çünkü üç farklı anlatım var içerisinde. İlk olarak ölümün yok olmasıyla birlikte, insanların tutumları anlatılmış çok kısa olarak. Ardından devletin ve kilisenin olaya karşı tutumu anlatılmış zira ölüm ortadan kalkınca kilise de yok olmaktan korkuyor. Son olarak da ölümün geri dönmeye karar vererek bir bedene bürünüp kişileştirilmesi var.

Okunması gereken bir kitap gerçekten, yani en azından değişik olduğu için. On numara, beş yıldız diyemeyeceğim belki ama değişik işte, güzel.

Ha bir de çeviri için bir şeyler söylemek istiyorum. Yazar sanıyorum orijinaline bağlı kalmak istediğinden olsa gerek bazı cümleleri öylece bırakmış. Yani okurken kitabın içerisinde, İngilizce, Portekizce ve hatta Latince cümleler görürseniz şaşırmayın.

'... eller açılıp kapandıklarında, okşadıklarında ya da vurduklarında, gözyaşlarını sildiklerinde ya da bir gülümseyişi gizlediklerinde, bir omza konduklarında ya da veda ettiklerinde, çalıştıklarında ya da hareketsiz kaldıklarında, uyuduklarında ya da uyandıklarında konuşurlar...'

27 Şubat 2012 Pazartesi

Işık Bahçeleri

Sanıyorum insanların belli kitaplar için dönemleri oluyor. O zamanı tutturamazsan o kitap okunmuyor. Hah işte benim de şu anki zamanım pek Amin Maalouf zamanı değilmiş. Kitap elimde ağladı, yırtındı, kendini paraladı, ama sonunda bitti. Başka bir zaman elime almış olsaydım bu kadar zorlanır mıydım, pek tahmin etmiyorum ama ite kaka bitti.

Kitap, Maniciliğin kurucusu Mani'nin hayatını anlatıyor: Doğumunun öncesinden başlayıp ölümüne kadar uzanan acı dolu (!) hikayeyi... Babasının Ak-Giysililerinin yanındayken, iç sesiyle tanışması sonrasında içinden dolup taşan düşünceleri yaymaya çalışmasını. Yol hikayesi diyebiliriz. Seviliyor, düşüncelerini elinden geldiğince yayıyor, O'na inanalar, müritleri oluyor. Ama kitap gitmiyor gitmiyor. Hani zaten din konuları öyle çok okumasını da tartışmasını da, kendisini de pek sevdiğim konular değil, bu kitapta onun yayılışını okumak içimi kıydı. Hani kimseye ayıp olmasın Amin Maalouf çok iyi yazıyor, beğeniliyor diye kitaba methiyeler düzecek değilim. Ben beğenemedim, ya da en başta da dediğim gibi doğru zaman değildi okumak için.

Sonu biraz buruktu, Mani'nin sonu.. Ama müritleri, onun ideolojisini takip edenler onu ölümsüz kıldı. Ve böylece bitmiş oldu kitap. Sevinçliyim ve de mutluyum =)

26 Şubat 2012 Pazar

Küçük Aptalın Büyük Dünyası

Amin Maalouf'un Işık Bahçeleri elimde sürünmeye başlayınca dedim ki bir mola vermeli, tebdil-i kitapta ferahlık vardır, araya eğlencelik bir şey girsin, sonra kaldığımız yerden devam ederiz. Kendim blog tutuyor olmama rağmen hiç blog falan okumam, şimdilik bir twitter hesabım da yok o yüzden hasbelkader bir yerlerden öğrendiğim Pucca'nın kitabını almıştım, erkeklere süper sövüyor falan diye. Yoksa twitter'da almış yürümüş ünü.

Aynen bana anlatılan gibi aşk hayatını anlatıp sayıp sövüyor. Şimdiiiiii, kitabın kapağında yazan "bu kız tam da bizden biri" lafı kısmen doğru ama böyle bir genellemeyi kabul edemem. Aklından geçenlerin çoğunu ben de zaman zaman düşünüyorum, ben de içimden bir temiz sövüyorum yeri gelince erkeklerin topuna ama, Pucca kadar mala bağlamıyorum. Mala bağlayan insan yok mu etrafımda, çok var ama ben o kadar ileri derece de sapkınlaşmıyorum galiba. 

Neyse kitap günlük olarak yayınlanmış o yüzden edebi bir şey beklemiyordum, öyle bir iddiası da yok kitabın zaten 2günde bitti, hatta toplam 3 saatte de bitti diyebiliriz. Tam bir molalık kitap oldu benim için ve benim için de saydı birilerine bol keseden iyi oldu.

Kitabın ikincisi de varmış şimdilik onu okumayı düşünmüyorum. Ama günün birinde ibişin biri gelip benim aklımı başımdan alıp sora bırakıp gidicek ya nasılsa, hah işte o zamana saklıyorum o kitabı da, yeniden sövmek için =)

"Dünyada seksi erkek davranışlarından en iyisi ne diye sorsalar, 'eşofmanlı yemek yapan erkek' derim."

"Ne hissetmem gerektiğini bilmiyorum, sadece boşlukta dibe doğru gidiyorum sanki. Bir kez daha anladım ki hayat çok orospu. Bütün işvesi cilvesi, parasını alana kadar sürüyor. Sonra giren çıkan fark etmiyor. Kimisinden çok zevk alsa da, sonuçta hepsi aynı deliğe giriyor."

9 Şubat 2012 Perşembe

Gizliajans

Alper Canıgüz'ün halihazırda yazılmış tüm kitaplarını bitirmiş olmanın üzüntüsü içerisinde olduğumu belirterek başlıyorum. Kapanış biraz sönük oldu ama. Oğullar ve Rencide Ruhlar ile Tatlı Rüyalar'dan sonra en az onlar kadar absürddü yine ama onlar kadar etkileyici olmadı benim için. Alper Canıgüz kitaplarında en sevdiğim şey ise kitabın arka kapağının okunduğunda insanda heyecan yaratması ama kitabın içeriğinin bambaşka bir dünya olması. Gizliajans'ta kitabın konusuyla ilgili olarak beklediğimden fazlasını buldum.Yine uç örnekler, yine çok komik. Gizliajans'ta işe başlayan Musa'nın başına gelenler, paravan bir şirket, dönen gizli dolaplar, İstanbul'da başlayıp Yunanistan'a uzanan bir hikaye. Yalanlar, yalanlar, yalanlar... İnce ince işlenmiş bir hikaye ama sonu ve hikayenin tasarlanış sebebi beni pek tatmin etmedi. 
Aşk, Küçük Prens, Kaan Sezyum, uzaylılar, Yunan Adaları... Yine birbirinden kel alaka şeyler. Bu arada her üç kitapta da bahsedilen, Kız Tevfik, Tahtakafa ve diğerleri için Canıgüz'e teşekkürleri bir borç bilirim, zira kitapta nerde ne zaman karşıma çıkacaklarını heyecanla bekliyordum. Bir de Sayfa 63'te "Korkma ben varım" diyerek Murat Menteş'e bir selam çakılmış gibime geldi, güldüm kendi kendime. Hakan Günday'ın Azil'inden sonra çerez gibi bir çırpıda bitti ama Canıgüz ne zaman bir kitap yazar da okuruz telaşı sardı bile şimdiden...
"...İki insanı, bir üçüncüyü ezmek kadar birbirine yaklaştıran bir şey var mıdır şu dünyada?.."

"Ajansın kapısına varmıştık. Kuzey Kutbu'na adım atmadan önce durup ona döndüm. 'Neden burada çalışıyorsun Sanem?' Ve ismin dudaklarımı yakıyor, neden?..."

" Gerçekten de söylediklerini anlamamı istemediği zamanlarda, mesela birilerine benim nege kagadagar agaptagal vege pıgısıgırıgık bigir şegey olduğumdan falan dert yanarken kullanırdı bu dili."

"Dehşet içinde ona baktım. 'Şey... Bu işi yaparken alkol almasak daha iyi olmaz mı?' -'Korkma,' dedi Fezai Aydıntürk. 'Ben bu aleti götümle bile kullanırım'..."

“sanem hanım. sanem. evlen benimle sanem. kadınım ol benim. yasadıgım tüm acıları, yaptıgım bütün kötülükleri, pismanlıklarımı, hatalarımı akla. basına çiçekten taçlar yapayım, sana siirler yazayım, seni her gece masallar anlatarak uyutayım. bazı aksamlar dvd’de film seyredelim seninle. birlikte hüzünlenelim, birlikte gülelim. sanat galerileri gezelim. sen benden daha çok anla modern sanatı. gördügümüz eserlerin ne anlama geldigini açıkla bana, ben basımı sallayayım. ah ben ne aptalmısım! nasıl olup da varlıgından kuskuya düsmüsüm? oysa hayat denen bu yaranın seni bulmak dısında ne anlamı olabilirdi ki? bak simdi her sey ne kadar açık görünüyor oysa. ilk görüste aska inanırsın, degil mi sanem? evet, çok dogru. ben de baska türlüsüne inanmam zaten. biliyor musun sanem, ben seni hep severim. her gün daha çok severim. bak mesela pencerenin önüne bir kus konar ben seni severim, bir tren yolculugunda pencereden dısarı bakarken derme çatma bir ev gözüme çarpar ben seni severim, burnuma eskilerden, hangi uzak hatıraya ait oldugunu bir türlü çıkaramadıgım bir koku çarpar ben seni severim, kafama kus sıçar ben yine seni severim… anlıyor musun beni? sonra ben bazen biraz fazla kıskanç olabilirim. diyelim yazlık bir yere gitmisizdir de, bir aksam sen çok hos bir tunik giymissindir, oradaki bütün erkekler bayılır sana, hemen asık olur. ben mesela tunik nedir onu bile bilmeden kıskançlıktan çatlayabilirim böyle bir durumda. ama belli etmem. ama sen yine de sezersin. öyle bir laf edersin ki ben, benden baska hiç kimseye bakmayacagını anlarım. o kadar da incesindir. bir de bir iyilik rica edecegim senden. gözlerine o elem ifadesini yükleyen alçagın adını söyle bana. söyle ki, ona hemen düello sahitlerimi göndereyim. silah seçimini o yapsın. evet. utanarak kabul ediyorum ki, bunu bir yerde okudum. ama ne fark eder? bütün siirler, romanlar senin için yazılmadı mı zaten? sarkılar senin için söylenmedi mi? masumların kanı senin için akmadı mı? ruhum hep seni aradı benim sanem. hep seni arar. milyonlarca yıl geçsin, sistemler çöksün, günesler patlasın benim ruhum seni arar. ve biliyor musun sanem, bulur da. simdi buldugu gibi bulur. seni seviyorum. seni seviyorum. seni seviyorum.” 

5 Şubat 2012 Pazar

Azil

Eveeeetttt nereden başlamalıyım, ilk cümlem ne olmalı bilmiyorum ama 'vay canına' demekten de alamayacağım kendimi. Adeta sille tokat dayak yemiş gibiyim kitabı kapattığımdan beri. İnanılmaz bir hikayenin içine girdim nasıl çıkacağım bakacağız artık.
Hakan Günday'ın okuduğum ikinci kitabıydı Kinyas ve Kayra'da diline alışmam zaman aldığından mı bilmiyorum Azil bana çok tanıdıktı. 'Zihin'le ilgili kafasında çok düşünce var herhalde yaz yaz bitiremiyor, hep başka bir yerinden bakıyor.  Hani vaktim bol olsaydı da öyle başlayabilseydim bu kitaba kesinlikle yerimden kalkmadan tek solukta okurdum, eminim. 
Deli mi deha mı, bu mu gerçek yoksa diğeri mi, e az önce başka bir şey demişti şimdi bambaşka bir şey diyor diye diye sayfaları çevirdim hızlı hızlı. Her bir cümlede bir sağdan yedim kroşeyi bir soldan, affallayıp afallayıp durdum. 
Asil'in mektubu, Asil'in silahı, Stan Smithleri, yokavarı, azli, birbirinden farklı renkteki gözleri, solaklığı (ki benim solak erkeklere zaafım vardır!), yaratmaya odaklanmış zihni ve kitabın içinden 'ayrı kitaba çıkmak' isteyen düşünceleri...
Vurdukça vuruyor, vurdukça vuruyor. Bu kitabı kesin bir kaç kere daha okurum ben zamanı geldikçe... Bir sürü alıntım var. Aralarından seçtiklerimi yazacağım buraya sadece ama birazdan ortalık italik yazı dolacak. Haydi bakalımmmmm;
"Bu cümle yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse, okumaya devam ettiğinin kanıtı."
"Hiçbir şey geçmeyecek baba. Kimse kurtulmayacak. Çünkü Tanrı'nın Tanrısı yok. Biz O'na inanıyoruz ama o hiçbir şeye inanmıyor... Tanrısızlık Tanrı'ya mahsus..."
"İsa, Meryem'in ikizidir. Doğduğunda karnındadır. Sonra rahmine düşmüş ve Meryem, İsa'yı doğurmuştur. Bu yüzden Meryem, bakire diye bilinir. Kendi ikizini doğuran bir kadın. Hepsi bu, büyütmemek lazım. Milyonda bir ihtimal, ama sadece gazete haberi kadar değerli."
"Defterini aralayıp yeniden yazmaya başlayan Asil, yaradılış teorilerinin sonuna geldiğini 'Sonunda Tanrı sıkıntıdan patlamıştır. Buna da big bang denir.' cümlelerini kurarken anladı."
"Asil Yaşayan bir delidir. Anımsamadığı için geçmişi, önemsemediği için geleceği yoktur."
"Suçtan daha güçlü bir tutkal yoktur."

31 Ocak 2012 Salı

Kodin

Kodin'i okudum, bitirdim. İncecik bir kitap, yaklaşık 100 sayfa kadar, ama bir roman değil tatlı bir hikaye. Üç bölüm olarak anlatılıyor.
Kahramanımız Adrian (Adrien, Adriyen) açısından bakılarak Kodin anlatılıyor. Çevresi, çirkinliği, başına gelenler ve hazin sonu...
Kitabın içeriğinden ziyade çok eski bir kitap oluşu etkileyiciydi benim için. 1951 yılında basılmış bir kitabı ilk kez elime aldım. Bundan önce okuduğum en eski basım kitap sanıyorum 1984 basımlı Yabancı (Albert Camus) idi. E kitap bu kadar eski olunca hem sayfaları bir arada tutmak çok zordu hem de çeviriyi anlamak imkansıza yakındı. Bir Türk olarak Türkçe okuduğum kitabı anlamakta yer yer zorlandım, bilmediğim bir sürü kelime vardı, değişik bir tecrübe oldu benim için. Sahaftan alınmış bir kitap olduğu için ilk sayfasında eski sahibinin adı da yazıyordu: Rüknettin!. Aklımda bu kitapla ilgili yer edecek en etkili şey de bu isim olacak sanıyorum.
"...Adriyen, dostum! Kan kardeşi, bambaşka şeydir o!... Belki de hiç mevcut olmayan bir şey! Kan kardeşi, başkasının hatrı için değil, kendiliğinden dost olan insandır; o zaman sevgisi büyük, menfaatsiz olur, içimizi ısıtır! Çünkü birine iyilik ederek kendini sevdirmek kolaydır; ama düşünüyorum da bugün diyorum ki acaba kendiliğinden seven insan çok kuvvetli sevebilir mi?...

26 Ocak 2012 Perşembe

Atuan Mezarları - Yerdeniz 2


Yerdeniz serisi hızla devam ediyor. Bambaşka bir hikayeyle başlayıp ana hikayeye bağlandık, İhsan Amca tarzı ama tabi o kadar vay anasını dedirtecek cinsten değil. Hikaye Kargad Adaları'ndan Atuan'da geçiyor, Mahal topraklarındaki Tanrıkrallık ve rahibelik anlatılıyor. Minik kahramanımız Tenar, yeni başrahibe olarak yetiştirilmeye başlıyor ve tüm Atuan Mezarları onun sorumluluğu altına giriyor. Kocaman devasa bir labirent tünelde bulunan hazine Tenar tarafından korunuyor. Hikayenin ilk kitapla bağlantısı çok güzeldi, ilk kitapta bağlantının ikinci kitapta kurulacağından bahsediliyordu zaten bilerek okunuyor o yüzden ama Ged ile Tenar'ın buluşması çok hoştu.Dev karanlık labirent öyle gerçekçi ki ufak iç daralmaları yaşadım okurken. Cinsellik konu ediliyor yaziyor kitabin arka kapağında, her şeyi o kadar farkli yöne yormak mümkün ki 150 sayfalik kitaptan binlerce anlam çikarilabilir. Yerdeniz felsefesi bu sefer çok kullanılmamış hatta ilk kitapta okuduğumuz şeyler sık sık tekrarlanıyordu. İlkine kıyasla daha silik ama yine de bir o kadar güzel.

19 Ocak 2012 Perşembe

Yerdeniz Büyücüsü - Yerdeniz 1


Yerdeniz Büyücüsüyle birlikte fantastik edebiyata hızlı bir giriş yaptım sanıyorum. Le Guin'in önce üçleme olarak başlayan daha sonra beşlemeye tamamlanan Yerdeniz serisinin ilk kitabı. 
İlk önce Harry Potter'ın yüksek ölçüde bu seriden esinlendiğini düşündüğümü söylemeden edemeyeceğim zira Hogwarts yerine Roke, Draco Malfoy yerine de Jasper var. Yani ben okudukça öyle hissettim de diyebiliriz.
Bambaşka bir dünya Yerdeniz, yüzlerce adadan oluşuyor ve üzerinde yaşayanlar tarafından tepsi şeklinde olduğu, en doğusuna ya da en batısına gidildiğinde Yerdeniz'den düşüleceğine dair bir inanç var. 
Kahramanımız Ged (Çevik Atmaca) kendi köyünde yaşanan bir sis olayını savurmakla birlikte doğuştan büyücü olduğuna inanılan bir kahraman. Önce kendi adasında büyücü olarak yetiştirilmek üzere alınıyor ardından Roke Büyücülük Okulu'na kendi isteğiyle gidiyor. Yaşadığı bir çekişmeyle kendine düşman bir Gölge ile başetmek zorunda kalıyor ve bir kaçış-kovalamaca hikayesi başlıyor.
Ayrıntılar, o dünyanın kendine has özellikleri çok güzel anlatılmış. Örneğin bir kişinin gerçek adını (Kadim Lisan) ismi veren kişiden başkası bilmiyor çünkü bir kişinin gerçek ismini bilmek onun güçlerine de sahip olmak anlamına geliyor. Bu ayrıntı kitabın temel taşlarından biriydi ve hikaye içindeki kullanılışları çok güzeldi.
Ayrıca bir de otak hikayesi var. Büyücülerin devamlı yanlarında taşıyabilecekleri bir hayvan olabiliyor, tıpkı Ged'in otağının olması gibi. Ben de devamlı cebimde omzumda taşıyacağım bana sadık ve beni ölümden döndürebilecek bir hayvanım olsun isteyebilirim. Seri ne zaman biter bilemiyorum ama gerçekten okuması keyifli olacağa benziyor.
Yapabileceğim tek eleştiri ise incecik kitaba çok fazla bilgi, ayrıntı, detay konulmuş olması. Bu nedenle bir çırpıda değil de sindire sindire ağır ve özümseyerek okumak gerekiyor.
" ...Nereye gideceğini bilmediğinden, önüne çıkan ilk kasabalıya Roke Okulu'nun müdürünü nerede bulabileceğini sordu. Adam onu şöyle yan gözle uzun uzun süzdükten sonra, 'Akıllıya soru gerekmez; aptal ise boşuna sorar,' deyip yoluna devam etti..."
"...genellikle Ged konuşmalarını, Ogion'un ona yıllar önce bir sonbaharda, Gont Dağı'nın sırtlarında söylemiş olduğu bir şeyi mırıldanarak bitiriyordu: 'Duyabilmek için, susmak gerekir'..."